İNSANIN ÖZÜ TASAVVUF
- 06 Haziran 2017, Salı
Kur’an insanın yaratılışından bahsederken iki ifade kullanmaktadır. İnsan topraktan yaratıldı. “Allah sizi topraktan, sonrada nutfeden yaratmış, sonrada sizi çiftler halinde meydana getirmiştir”. Fatır Suresi 11. İnsan Allahın ruhundan bir nefhadır ( esinti ) yani insan derken ruh adını verdiğimiz ilahi sırrın beden adını alan maddi unsurlar içindeki tecellisini kastediyor. İnsanın özü bedeniyle perdelenmiş ve bu perdeyi aralayıp özü hükmeder hale yani baskın hale getirmek gerekir.
Ruhun cisim üzerindeki galibiyeti için alınan tedbirler tasavvufun gayesini teşkil eder. İnsan bu dünyada yapayalnız ve çaresizdir. Dünyadaki eşyaların ağına balığın ağa takıldığı gibi takılmıştır.
Bu dünyanın görülen dünyaların en kötüsü olduğunu zannediyoruz. Oysaki hayatın ve dünyanın yaşamaya değer hayat yükünü taşımanın bir çile değil, zafer olduğunu gösteriyor. Tarihte ve bu günümüzde de buna örnek insanlar hep olmuşlardır. Onlar hayatı manalandırmışlardır.
Bizlerin parça parça olmuş dudaklarımıza pınarlar olmuş ve bizleri gayrete çağırmışlardır. Şehvetlerin, zulümlerin, ihtirasların, merhametsizliklerin doldurduğu bir dünya derdi çekilecek bir dünya değildir. Böyle bir dünya tek yıldız dahi görülmeyen karanlık bir geceye benzer.
Bu geceye yıldızlar ile ay lazım, bu geceye sabah umudu lazım, güneş ışığı lazım. Bu ümit ve ışıklar ilahi insanlardır. Bunlar eskiden peygamberlerdi. Ama yıldızlar, aylar yine doğmalı işte bu yıldızlar, aylar, ışıklar nebilerin varisleri olan bildiğimiz velilerdir başta Hz. Peygamberin Ehl-i Beyti olmak üzere.
Kuranın bazı ayetlerinde sonunda bize döndürüleceksiniz dönüşünüz mutlaka bizedir demektedir. Peygamberlerde insanlar uyumaktalar ölünce uyanacaklar buyuruyor. Ancak ölümün kaldıracağı perdenin arkasını bu dünyada iken görmek arzusu çok güçlüdür.
Bu nasıl olacaktır. Hz. Peygamberin cevabı çok açıktır. “Ölmeden evvel ölünüz”. O halde şöyle diyebiliriz, İslam’ın içerisindeki tasavvufun gayesi bizi yaratıcımız, esasımız, bütünümüzle daha bu dünyada iken temasa getirmektir.
İnsanlık bir bütündür, bütün insani müesseseler birbirine benzer. Çünkü realite yani gerçeklik tektir ve insanoğlu hatalı da olsa gerçeği yakalamak için didinmelidir. Hepimiz biliyoruz ki istisnasız her şey Allahı hamd ile tesbih etmektedir. Fakat bizler bunu idrak edemiyoruz. ( hz. Musa ve uyuz köpek veya derviş ve çiçeğin hikayesini örnek göstere-biliriz.
“Benim velilerim kubbelerim altındadır, onları benden başka kimse bilmez.”
Ariflerin hayatlarına baktığımız zaman hayatlarında toplum tarafından sevenleri olduğu kadar onları anlamayan cahil grupları da görürüz. Örneğin hallacı Mansur, Seyyid Nesemi, Fazlı gibi nice gönül erenleri. Toplumda dinsiz, zındık, ayyaş gibi görünen ne erenler vardır. Eğer bizler o perdeyi kaldırırsak o erenlerdeki halleri anlarız Hak kimde kim bilir.
Ya Resulullah! Müferritler kimlerdir? Allah’ı çok zikreden erkek ve kadınlardır. Onların kalp gözleri kör olmaz.
Bir gün Şeyhim bana dedi ki, zahir ilmi terk etmedikçe, hakikat ilmi sana açılmaz. (Niyazi Mısri)
Hakikat ilmi Peygamberlerin, velilerin ilmidir. Ehil olmayana verilmez. Peygamberimiz (s.a.v) okuma ilmi ile değil veraset ilmiyle bir veliydi.
Herkes veli arar ama sorsan velinin tarifini kendine göre yapar. Aradığı veli yanına gelse inkar eder. Derler ki, o da bizim gibi yer, içer, sokaklarda geziyor, o da bizim gibi insandır. Bizim de bazı dedelerimizin Peygamberin Kurandaki beşeriyetini anlayamadıkları gibi.
Hakikat ehlinin davası yoktur, şekilleri yoktur. Kur’an’ın ayetlerini iyi bilmezler hatta ümmidirler. Konuştukları zaman, Kur’an’ın özünü Türkçe anlatırlar. Zahir ulema, ayetin Arapçasını uzun uzun okur, bir alkış bekler. Bu gurur ve benlik onların Allah ile aralarında perde olur.
İnsan-ı Kamil Arş, Kürsi, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem günde birkaç defa o vücud şehrine bir yandan girer, döner dolaşır, öbür yandan çıkar. Kamil bu olayı hep hisseder.
İnsan bir şehirdir, ortasında Hakk vardır. Bu şehrin dört kapısı vardır. Göz, kulak, dil ve el dir. İnsan, önünden her şey geçen bir ayna gibidir. Bazı aynada eşyanın suretleri doğru, güzel görünür,
Bizim erenlerimizin bir deyişi var diyor ki:
İnsan dükkan dükkan şehre misaldir
Kemalet ehlinin keremi boldur
Senden sana gitmek uzun bir yoldur
Kendini bilmeden gitme ha gitme
Mürşit olmayınca müşkül çözülmez
Dibi görünmeyen gölde yüzülmez
Hakkın bazarında iki gezilmez
Aman beni senden seçme ha seçme
Harabi babaya birgün el veda
Verdiğini alır cenabı Huda
Ey yolcu ektiğin kalır dünyada
Mevsimi ermeden biçme ha biçme
Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara işittirirdi. Onlara işittirse bile elbette yüz çevirir geri dönerler. (Enfal 23)
Bizleri yaratan yüce ALLAH-I et ve kemik olan baş ile tepe de ki, Göz idrak edemez. Bizlere dört göz verilmiş ikisi başta diğer ikisi ise gönüldedir. Kim Hakkı gönül gözüyle görürse kendi lehine, kim de ona karşı kör kalırsa kendi aleyhinedir. İnsanın esas varlığını öldürecek körlük kalp gözünün sakatlığıdır.
Nasıl bir iş için komisyonlar kadrolar kuruluyorsa, iç âlemimize ait sırların keşfi ve insanın mana planında imarı için bir kadro şarttır. Bu kadroya basiret sahibi insanı kâmiller kadrosu ve Mürşidi kâmiller kadrosu diyebiliriz. Bu kadro rahmet ve basiret kadrosudur. Tasavvufta kişi seçeceği hedefe göre yön alır.
Deryadaki bir gemide kaptan köşkünde oturanda Mürşid diyebiliriz buna ambardaki oturanda selamettedir. Bu mertebe ve gayret meselesidir. Kimisi lüks kamarada kimisi de geminin diğer bir yerinde burada meselenin temelinde yatan o gemideki adam olmak yeterlidir.
Bu nedenle manevi değerleri yüksek kişilerin ötekileri hakir görmemeleri gerekir.
İnsanın haysiyet ve onuru bütün değerlerin üstündedir. Bilal Habeşiyi bilirsiniz zakirlerin piri sayılır. Peygamber insanların sadece iç zenginliklerine bakmıştır. İç zenginliği olan siyahî bir köleyi toplumun en üst mevkilerindeki beyazlara, hatta en yakın akrabalarına dahi tercih etmiştir. Çünkü en yüksek üstünlük insanın gönlündeki zenginlik ve emektir.
Kur’an insandan ısrarlı bir şekilde amel istemektedir. Hayatı, imanı, amele bağlamaktadır. Varlığa ait sırların çözülüp insanın inkişafına yarar hale gelmesi amel sayesinde mümkün olacaktır. Amel sadece ibadet değildir. En geniş manasıyla kâinattaki faaliyete, oluşa iştiraktir.
Dervişe sormuşlar dalga kaç? Derviş geçen geçti, gelecek meçhul dem bu dem saat bu saat dalgada bir demiş. Sufi müridine şöyle diyor: Dikkat et, bütün sermayen şu üç nedenden ibarettir. Zamanın, Gönlün, Nefsin.
Nefiste gönüldeki benliktir. Nefsi emarenin peşine düşmüş bir beni (benlik) benin kendi gayreti ile kurtulması mümkün değildir.
Böyle bir benin kurtuluşu büyük bir inanç sahibi olan kemalat mertebesine gelmiş mürşide muhtaçtır. Mürşit onu kendi yöntemleriyle benlikten aşağı çeker ve benliğini insana unutturur. Anasından nasıl temiz doğmuşsa ikinci doğumunu da o mürşit sayesinde gerçekleştirir.
Bu yol öyle bir yoldur ki kılıçtan keskin kıldan incedir. Demirden leblebi ateşten gömlektir. Bu yol aşk yoludur. Ne mantık ne de akıl insan ruhunu harekete getiren kudret değildir. Bu özellik yalnız aşka özgüdür. Kemal noktasına ulaşmış insan Kur’an da aşk olarak tarif edilir.
“ İnsanlar arasında Allahtan başka şeyleri Allaha denk tutanlar vardır. Hem onlar o şeyleri Allaha özgü sevgiye benzer bir muhabbetle severler iman edenlere gelince onların Allaha muhabbetleri her şeyden güçlüdür.” Bakara Suresi 165
Her sırrı her manayı anlamak bilmek için Tasavvufta bir mürşide ihtiyaç vardır. Aşk Şehidi Hallacı Mansur: “ Aşk sana ait vasıflardan arınıp sevgiye ait vasıflarla yaşamaktır” der. Aşk ehlinden başka kimse karşılıksız sevmez. Aşk bu âlemde çok garip tecelliler halinde belirir. Yani kan, gözyaşı, feryat, yoksulluk ve mazlumluk gibi.
Fuzuli diyor ki: “ Dört kitabın özeti şu cümlede: Seven ve sevilenin üstüne bela ve ızdırap akın akın gelir” diyerek bu gerçeği dile getirmiştir. Gerçek aşk, gerçek güzellik, gerçek güzel aynı kaynakta birleşir. O kaynakta Allah’tır. Aşka yaklaştıkça Allaha yaklaşmış oluruz.
ALEVİ İSLAM İNANÇ HİZMETLERİ BAŞKANLIĞI