BAYRAM MUHABBETİ
- 11 Haziran 2018, Pazartesi
HZ. ALİ’NİN HALİFELİĞİ VE MUAVİYE
Hz. Ali, Hz. Muhammed’in ebedi âleme göçüşünden 25 yıl sonra, halifelik makamının başına geçmiştir. Hz. Ali’nin halifelik dönemi 5 yıldır.
Üçüncü halife Osman’ın öldürülmesinden sonra, halifelik makamı yedi gün boş kaldı, bunun üzerine sahabeler Hz. Ali’ye başvurdular. Hz. Ali’ye biat etmek istiyorlardı, çünkü Hz. Ali, Hz. Muhammed’in ahlak’ın, doğruluğun, adaletin bir mümessiliydi.
Hz. Muhammed Efendimiz, Muaviye hakkında: “O’nu aranızdan üç menzil uzağa sürün ve hiç kimse onunla görüşmesin. Ayrıca benden sonra her hilafete gelen bu vasiyetimi yerine getirsin” demişti. Böylece Muaviye, Medine’den üç menzil bir mesafeye sürülmüştü. Hz. Peygamber’in Hakk’a yürümesinden sonra hilafete gelen Halife Ebu Bekir ve Halife Ömer, Peygamber’in vasiyeti üzerine Muaviye’yi üçer menzil uzağa sürdüler. Ancak hilafet Osman’ın eline geçince, Muaviye’yi, üç menzil uzaklaştıracağı yerde, Ebu Bekir’in oğlunu Şam beyliğinden alıp, yerine akrabası olan Ebu Süfyan’nın oğlu Muaviye’yi atayarak, onurlandırdı.
Bunu duyan sahabeler, Hz. Ali’ye gelerek: “Ya Ali! Bu nasıl bir iştir ki, Osman, Peygamber’in vasiyetini hiçe sayarak, üç menzil uzağa süreceği Muaviye’yi, Şam beyliğinin başına getirdi? Halk bu duruma büyük tepki gösteriyor” dediler. Daha sonra da Hz. Ali’nin uzak doğuda bulunduğu sırada, halife Osman’a karşı olan sahabeler, ayaklanarak, yetmiş iki bölüğe ayrıldılar. Ebu Bekir’in oğlunun kumandasında bulunan bir bölük, şehre girerek halife Osman’ı öldürdüler. Halife Osman’ın öldürülmesi sırasında Hz. Ali, Uzak Doğu’dan henüz yeni dönmüştü.
Halife Osman’ın ölümü, ani olduğu ve yerine tahin edemediği için. Sahabeler Hz. Ali’ye gittiler halife olması için biat etmek istediler ve Hz. Ali gelenlere şöyle buyurdu: “Size emir olmaya ihtiyacım yok, kimi isterseniz ona biat edin, ben de razı olurum ve bırakın beni, benden başka birini arayın bulun. Çünkü görüyorum ben bu işin sonunda çok işler var, çok renklere boyanacak bu iş öyle bir hale gelecek ki yürekler dayanamayacak, akıllar almayacak. Çevre süslendi delil inkâr edilir oldu, davetinize uyarsam neye uğrayacağımı biliyorum. Beni bırakırsanız, bende içinizden biri gibi olurum, kimi emir yaparsanız onu dinlerim ve ona biat ederim. Benim size vezir olmam, emir olmamdan daha hayırlıdır sizin için” diye konuştu.
Sahabe Hz. Ali’ye biat etmekte ısrar ediyordu. Talha ile Zübeyir de aralarındaydı ve diyorlardı ki, insanlara mutlaka bir İmam lazım, senden başkasına razı değiliz biz. İslam da en öndesin, Resülullah’a yakınlıkta senden ileri kimse yok, bu işte senden başka kimsenin hakkı olamaz, yani bu hakk senindir. Evet, hakk sahibine gelmişti; artık bu hakkı kabul edenler vardı. Nitekim Hz. Ali’nin yolunda, hakk yolunda canlarını feda ettiler. Fakat Hz. Ali ileriyi görüyordu, ona çekilmek üzere bilenmiş kılıçlar kınlarından çekilmek, ona atılmak için hazırlanmış oklar yaylarında gerilmek üzereydi.
Ancak başka çare de yoktu, İslam’ı da dağınık bırakamazdı, mecburen kabul etti. Hz. Ali’ye biat edildikten sonra, Malik ül-Eşter ayağa kalkmış yüksek sesle; Ey insanlar, Bu vasilerin vasisi, Peygamberlere ait bilgilerin varisi, pek büyük şeylerle sınanmış, zahmet ve meşakkatlere katlanmış bir zattır.
Hz. Ali, halkın iradesiyle ilk olarak ve gerçek bir seçimle halifeliğe getirilmişti. Bu gelişmelerden sonra Şam’da bulunan Muaviye, fitne hareketlerine başladı ve: “Ben Osman’nın gerçek akrabasıyım, halifelik benim hakkımdı. Hz. Muhammed, vefatından önce halifeliğe beni vasiyet etmişti” diyerek halkı aldatmaya başladı, hatta düzmece hadisler uydurarak halkı kandırdı.
Muaviye, halkı Hz. Ali’den soğutmak için her türlü çareye başvuruyordu. Hatta iki defa ordusuyla Hz. Ali’nin üzerine geldi ve her ikisinde de bozguna uğradı. Muaviye’nin hilafet uğruna yapmış olduğu zulümlerin sonu gelmiyordu. Sahabenin ısrarı üzerine Hz. Ali, nihayet asi Muaviye’ye bir ders vermek için savaşmaya karar vermişti.
SIFFİN (SIFFEYN) SAVAŞI
Hz. Ali’nin ordusu ile Muaviye’nin ordusu, 26 Temmuz 657 tarihinde Şam yolu üzerinde bulunan “Saffeyn” mevkiinde karşı karşıya geldiler.
Hz. Ali, Muaviye’ye: “Bilirim, senin bize olan düşmanlığın, tamamen şahsidir, gel boş yere Müslüman kanı akıtmayalım. Sadece ikimiz meydana çıkıp teke tek çarpışalım” dedi. Fakat Muaviye bunu kabul etmedi, iki ordu arasında şiddetli bir savaş başladı ve her iki taraftan da bir hayli zayiat verilmişti. Muaviye kuvvetleri Hz. Ali kuvvetleri karşısında bozguna uğramışlardı.
Ancak yenileceğini anlayan Muaviye, çeşitli hilelere başvurmaya başladı. Sonunda Muaviye’nin kumandanı Amr bin As’ın, bir hilesiyle ordu toparlanmıştı. Muaviye’nin kumandanı Amr bin As, Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna taktırarak Hz. Ali’nin kuvvetlerinin önüne çıktı ve: “Siz ve biz, birbirimizi yok ettikten sonra, İslam yurdunu kim koruyacak? Tanrı’nın kitabı Kur’an, aramızda hakem olsun” diye haber gönderdi. Bu durumu gören Hz. Ali’nin yanında savaşan hariciler, “Allah’ın kitabına uymalıyız” diyerek savaşmaktan vazgeçmek istediler ve Hz. Ali’ye: “Ya Ali! Kur’an’a uy, yoksa seni onlara teslim ederiz ya da Osman’a yaptığımızı sana da yaparız” diyerek ayaklandılar.
O vakit Hz. Ali, “Bu bir hiledir, gerçek Kur’an biziz, ben Kur’an’ı Natık’ım” diyerek Muaviye’ye karşı savaşmalarını istedi. Sonunda Muaviye taraftarlarının dediği oldu ve her iki tarafta, hakeme gidilmesine karar verdiler.
Hakem Olayı: Her iki hakem, Hicretin 35. yılı Şaban ayı içerisinde Şam civarındaki Ezruh şehrinde buluştular.
Hz. Ali’nin Hakem’i Ebu Musa, Muaviye’nin hakemi ise Amr bin As idi. Her iki taraftan da dörder yüz kişi, tanıklık etmek üzere gelmişti.
Bu arada iki kişi, kılıçlarını çekerek, “hüküm Allah”ındır diyerek, Muaviye taraftarlarına saldırdılar. Bu iki kişi, derhal öldürüldü, ancak bu söz, haricilerin parolası haline geldi.
Barış kâğıdının başına yazılacak olan: “Emir’ül-Mümin’in Ali ile Muaviye arasında” cümlesine Amr bin As, itiraz etti. Muaviye yanlıları, “Biz Hz. Ali’yi müminler emiri olarak kabul etmiyoruz, yalnız adı yazılsın” dediler. O vakit Kays oğlu Ahnef: “Ey Emir-ül Mümin’in! Halk birbirini kırsa bile bu sözü sildirme” diye yalvardı. Orada bulunan Eş’as ise, “sildir şu sözü” diye bağırdı. O vakit Hz. Ali, “Ey Sübhan Allah! “Hudeybiyye şartını yazarken de bu iş, Resûlallah’ın başına gelmişti, aynı şey şimdi de benim başıma geldi” dedi. Bunun üzerine anlaşmanın altına sadece Hz. Ali’nin ve Muaviye’nin isimleri yazıldı. Üzerlerinde “Muhammed’ür Resûlallah” yazılı mühürle de mühürlendi.
Her iki hakem arasında görüşmeler başlayınca, Muaviye’nin hakemi Amr bin As, Hz. Ali’nin hakemine, “Gel her ikisini de azledelim. Halk, güvenilir bir başkasını halife seçsin” diyerek Ebu Musa’yı ikna etti ve kürsüye önce Ebu Musa’yı çıkardı.
Önce kürsüye çıkan Ebu Musa, “Biz Amr bin As ile anlaştık, şu parmağımda bulunan hilafet yüzüğünü, parmağımdan çıkarıyorum ve böylece Ali’yi azlediyorum. Amr bin As’ta Muaviye’yi azledecek. Böylece sizler de aranızdan güvenilir birisini halife seçiniz” dedi ve kürsüden indi.
Bunun ardından Muaviye’nin hakemi Amr bin As, kürsüye çıkarak: “Ebu Musa’ın sözlerini duydunuz, Ali’yi azletti. Ben de Ali’yi azlettim ve Ebu Musa’nın parmağından çıkardığı hilafet yüzüğünü Muaviye’nin hakemi olarak parmağıma takıyorum ve böylece beni kendisine hakem tayin eden Muaviye’yi halife tayin ettim. Çünkü Muaviye, Osman’ın varisidir, halifelik en çok onun hakkıdır” diyerek Muaviye’yi halife tayin etti.
Ebu Musa, kandırılmıştı. Hatasını düzeltmek istediyse de muvaffak olamadı. Çünkü Ebu Musa’yı, hiç kimse dinlemedi. Sonuç olarak Muaviye, hilafeti ele geçirerek Şam’a yerleşti.
Aslında bu iki hakemin seçilmesi, daha doğrusu atanmasının nedeni, Müslümanlar arasında kan dökülmesine yol açan savaş halinin kaldırılması, ortaya çıkmış olan sorunlara Kur’an’daki hükümlerin uygulanması idi.
Hz. Ali’nin halifeliği kesinlikle tartışılamazdı. Çünkü Hz. Ali, Medine’de Muhacirler ve Ensar tarafından seçilip kendisine biat edilmişti. Hakeme başvurulması, aslında Hz. Ali aleyhine değil, belki Muaviye’nin aleyhine idi.
Ancak Amr bin As’ın, Ebu Musa’yı kandırıp, Muaviye’yi hilafete getirmesi üzerine, Haricilerden bazı kimseler gelip Hz. Ali’nin önünde: “Lâ hükme illa lillah” demişlerdi. Hatta Hz. Ali’ye: “hakemden dön, bizi alıp düşmanın karşısına çık, ölünceye kadar onlarla dövüşelim” demişlerdi.
HZ. ALİ’NİN ŞEHADETİ
Hazret-i Ali, Muaviye ile savaşmanın artık kaçınılmaz olduğunu anlamıştı. Ancak Muaviye’nin üzerine yürümeden önce haricilerin işledikleri kanlı cinayetlere bir son vermek gerekiyordu. Bunun için Hz. Ali önce Nehrivan’a gitti. Maksadı tuttukları bu yolun yanlış olduğunu ve boş yere kardeşkanı döktüklerini, kendilerine anlattı ise de ikna olmadılar.
Haricilerle Hz. Ali arasında savaş kaçınılmaz olmuştu.
Ancak, 4000 kadar olan haricilerden pek çoğu, “Biz Ali ile savaşmayız” diyerek, topluluktan ayrıldılar. Geriye kalan 1800 civarındaki hariciler, 17 Temmuz 658 yılında Nehruvan’da Hz. Ali’ye karşı savaşa girdiler ve ancak 8–10 kişi sağ kurtulabildi. Hazret-i Ali, Nehrivan savaşından sonra Muaviye’nin üzerine yürümek üzere planlar yapıyordu. Bu sırada bazı kimseler de, “Hz. Ali ile Muaviye ortadan kalkarsa, yeryüzünde fesat kalmaz” diye aralarında planlar yapıyorlardı.
Aslen Mısır’lı olan Abdurrahman bin Mülcem, “Ben Ali’nin hakkından gelirim” dedi. Orada bulunan Berk bin Abdullah da Muaviye’nin işini bitirmeyi üzerine aldı. Yine orada hazır bulunan Amr bin Bekr ise, Amr bin As’ın da bunlardan aşağı olmadığını ve onun da öldürülmesi gerektiğini teklif etti ve bu görevi kendisi aldı.
Bu üç kişi, Ramazan ayının 17. nci günü görevlerini yerine getirmek üzere anlaştılar ve her birisi kendi bölgesine gitti.
Bunlardan Abdurrahman bin Mülcem Küfe’ye geldi ve bazı kimselerle görüşüp niyetini onlara açıkladı. Bu arada Hz. Ali tarafından Nehrivan’da babası ve kardeşi ile birlikte on civarında yakınını kaybeden Kutame adında çok güzel bir kadınla tanıştı. Hiç vakit kaybetmeden bu kadına evlenme teklifinde bulundu. Kadın, “bu teklifini bir şartla kabul ederim, teklifim, 3000 dirhem para, bir köle, bir cariye ve Hz. Ali’nin öldürülmesi” dedi.
İbni Mülcem, “İlk üç şeyi kabul ediyorum, ancak Ali’nin öldürülmesini, kabul edemem, bunu yapan kimse sağ kalamaz” dedi.
Kadın, “Eğer Ali’yi öldürürsen, seninle birlikte yaşarız. Eğer öldüremeyip de kendin öldürülürsen, Tanrı katında elde edeceğin nimetler, dünya nimetlerinden çok daha hayırlıdır” cevabını verdi. İbni Mülcem de: “Ben de zaten Ali’yi öldürmek için buraya geldim” diyerek, sakladığı sırrını açıkladı. Öcünün alınacağını anlayan Kutame, Mülcem’e yardım etmek üzere Şebib ve Verdan adındaki şahısları buldu. Bu üç namert, 661 yılı Ramazan’ın 19. ncu günü Hz. Ali’yi ortadan kaldırmanın planlarını yapıyorlardı. Tüm bu olanlar, Ali’ye malum olmuştu.
Hz. Ali, yattığı yerden ter içinde uyandı, gördüğü rüyanın etkisiyle etrafına bakındı. Rüyasında Hz. Resûlallah’ı görmüştü, kendisiyle beraberdi, “Hasretlik bitti” diyordu. Resûlallah ile kucaklaşırken,
çıkardığı kendi sesinin gürültüsüne uyanmıştı. Yataktan kalkıp oturdu ve bir müddet sonra tekrar ayağa kalktı ve tek tek çocukların yanına gitti, doyasıya yüzlerine baktı. Bu sırada Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’de uyanmışlardı. Babalarını solgun görünce: “Nedir bu halin baba, rahatsız mısın” diye sordular. Hz. Ali: “Hayır! İyiyim” diye cevap verdi. Ve daha sonra gördüğü rüyayı anlattı, Hakk’a ulaşacağı günlerin yakın olduğunu söyledi. Bu haberi duyan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, pek çok müteessir oldular.
İbni Mülcem’in günlerdir evliyalar Şahı’nı ortadan kaldırmanın planlarını yaptığı, kendilerine malum olmuş gibiydi.
Aslında Hz. Ali, olacakların farkına varmıştı, ama akacak olan kanın önüne geçilemezdi, korunmayı dahi düşünmedi. Nasıl korunabilirdi ki, zaten halkla iç içe yaşıyordu, kimseye bir kötülüğü dokunmamıştı ki korksun. O keremler sahibi Şah-ı Merdan, tüm yakınlarını toplayıp şöyle bir vasiyette bulundu: “Evlatlarım! Ben kısa bir zaman sonra aranızdan ayrılacağım. Ben Hakk’a yürüdüğüm zaman, yüzü yeşil peçeli ve sırtında matem elbisesi olan bir kişi gelip beni yıkayıp, kefenleyip, bir ceviz tabuta koyduktan sonra, deveye yükleyecektir.
Beni yıkarken oğlum Hasan suyumu ısıtacak, oğlum Hüseyin de su dökecek, diğer yavrularım da kendilerine düşen görevi yerine getirecekler. Sakın ola ki, yüzü peçeli kişiye soru sorup taciz etmeyin. O, benim cenazemi götürüp Necef diyarında defnedecektir” diyerek vasiyetini tamamladı.
İmam Ali çok az uyurdu, şafak sökmeden kalkar, ibadetini yapardı. Aslında o gün de diğer günlerden farksız bir gündü. Yine her sabah olduğu gibi erkenden kalktı, ibadetaneye gitmek üzere evden ayrılırken, İmam Hasan ve İmam Hüseyin’e hediye olarak getirilen kazlar, feryat ederek sanki gitme dercesine eteğinden çekiyorlardı. Kazların bu hareketine mani olmak isteyenlere, “Bırakın onları, onlar ağlayanlardır” demişti. Ve daha sonra da kazları elleriyle sevip okşadıktan sonra da evden ayrıldı.
Hz. Ali’nin dışarı çıktığını gören İbni Mülcem, saklandığı yerden çıkarak, elindeki zehirli kılıçla Hz. Ali’yi ağır yaraladı. Hz. Ali, yere düştüğü zaman: “Andolsun âlemleri Rabbine” buyurmuştu. Aynı anda Berk bin Abdullah da Şam’da Muaviye’yi yaraladı, fakat Muaviye aldığı bu yaradan ölmeyip sağ kurtuldu. Üçüncü harici ise, Amr bin As’ın yerine yanlışlıkla bir başka kişiyi öldürmüştü. Hz. Ali’yi yaralayan İbni Mülcem, kısa zamanda yakalanıp getirilmişti.
Hz. Ali, karşısına getirilen İbni Mülcem’e, “Ey Allah’ın düşmanı! Ben sana iyilik etmedim mi?” dedi.
Mülcem: “Evet, iyilik ettin” dedi. Hz. Ali: “Peki, bu yaptığın soysuzluk nedir?” diye sordu.
İbni Mülcem: “Ben bu kılıcı, kırk gün zehirle biledim, Allah’tan, bu kılıçla halkın en kötüsünü öldürmesini istedim” diye cevap verdi. Hz. Ali de: “Öyle ise sen de bu kılıçla öldürüleceksin” buyurdular.
Hz. Ali, aldığı bu yaraların etkisiyle, 21 Ramazan 661 yılında Hakk’a yürüdü.
Başka bir rivayete göre de Hz. İmam Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e şöyle bir vasiyet etmişti: “Beni bir tabuta koyup, Garibeyn diye anılan bir yere götürün. Orada zümrüt renkli bir taş vardır. Benim gömüleceğim yer, bu taşın altıdır.” Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, babalarının vasiyetini yerine getirip, hâlâ bu isimle meşhur olan yere naaş’ını defnettiler, bir takım kötü niyetli kimselerin zarar vermemesi için de kabrin bulunduğu yeri gizlediler.
Harun Reşit zamanına kadar gizli kalan o “Şah-ı Velayet”i makamı, Harun Reşit tarafından tesadüfen meydana çıkarıldığı, rivayet edilmektedir.