HÜSNİYE 2
- 21 Kasım 2018, Çarşamba
Mübâhele olayı
Hüsniye sordu:
-Peygamberimizin diğer nebilerden daha üstün olduğunu kabul ediyor musunuz?
-Evet dediler.
Hüsniye dedi ki:
-Ey İbrâhîm, Hak Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Ali’yi Rasûlullah’ın nefsi (canı) saydığını bilmiyor musun?
Âl-i İmrân: 61. Ayette De ki: Buyurun; biz oğullarımızı çağıralım, siz de oğullarınızı; biz kadınlarımızı çağıralım, siz de kadınlarınızı; biz kendi canlarımızı çağıralım, siz de kendi canlarınızı. Ondan sonra dua edelim ve Allah’ın lânetini, (iddiasında) yalancı olanların üzerine atalım!’[1]
Bu mes’eleye dair bir sözün varsa, söyle ki, bütün müfessir ve muhaddislerin[2]sözleriyle sana aksini ispat edeyim.
İbrâhîm cevap verdi:
-Hâşâ! Kur’an’ı inkâr eder miyim?
Hz. Ali’nin imanı ve enbiyâya benzeyen yönleri
Hüsniye dedi ki:
-Ey insafsız din düşmanı! Ey pâk ve tâhir Ehl-i Beyt hanedânını inkâr eden inatçı! Kur’an ve hadislere kanaat getiriyorsun. Ali’nin, peygamberlerin en üstünü olan Rasûl’ün bizzat nefsi[3] olduğunu da itiraf etmektesin. Onun büyük ceddi İbrâhîm’in, Mûsâ ve İsâ’nın daha bebekken konuşup Allah Teâlâ’ya iman ettiklerini, bunun yanı sıra Allah Teâlâ’nın İsâ’ya[4] ve Yahyâ’ya[5]; henüz küçük birer çocukken peygamberlik verdiğini de bilmektesin. Öyleyse, Hz. Ali’nin çocukken Müslüman olmasına neden itibar etmiyorsun? Oysa o Rasûl’ün kardeşliği ve amcasının oğlu idi. Allah Rasûlü’nün dini onunla ayakta kaldı, Allah Teâlâ onu Rasûl’ün nefsi olarak tanımladı. Allah Rasûlü, Hendek gününde onun bir kılıç darbesini cinlerin ve insanların ibadetlerine denk tuttu.[6]
Şu hadisi de rivâyet eden sizsiniz ve sizin kitaplarınızda kayıtlıdır:
‘Kim ilimde Âdem’i, takvâda Nûh’u, alçakgönüllülükte İbrâhîm’i, heybette Mûsâ’yı ve ibadette İsâ’yı görmek isterse; Ali b. Ebî Tâlib’e baksın!’[7]
Rasûl onu bunca ulul’azm[8] peygambere denk tuttu. Nice peygamberin yüce sıfatları onda toplandı. Sizin nazarınızda; Ehl-i Beyt yoluyla bildirildiği kadarıyla, gönderilmiş peygamberlerin her birinden üstündür[9] ve Allah Rasûlü’nden sonra da âlemlerin en üstünü kabul edilmiştir. Bütün bunlara rağmen; neden çocuğun imanının muteber olduğunu itiraf etmeye içiniz elvermiyor? Daha çocukluk çağında kendisine imâmet makamı verilmiş, Rasûl’ün vasîsi yapılmış ve Sahîfeleri, Tevrat’ı, İncil’i, Zebur’u, Furkân’ı hıfzetmiş olan Emîru’l-Mü’minîn’in; imanda önce olduğunu hangi sebeple dile getiremiyorsunuz?
Bütün bir Ehl-i İslâm, ‘Ali, Allah’a bir an bile ortak koşmadı!’[10] hadisinde müttefiktir. Oysa Ebûbekir kırk yaşından sonra Lât ve Uzzâ’ya ibadeti terk etti ve dilinde İslam zâhir oldu. Buna rağmen hiçbir zaman doğru düzgün itikadı başaramadı ve çoğu zaman Allah’a ve Rasûlü’ne muhalefet ederek, inat yolunu izledi. Derisi ve kanı domuz eti ile beslendi. Bütün bu çirkinliklere rağmen, onu mü’min kabul edip imanını muteber görüyorsun da Allah Teâlâ’nın ismet ve tahâretine tanıklık ettiği, Peygamber hanedanından olan Masumların imanına neden itibar etmiyorsunuz? Peygamber’in sülalesine karşı içinizde sakladığınız bunca nefret ve düşmanlığınız niye?!
DİPNOTLAR:
[1] Âl-i İmrân: 61. âyete “mübâhele âyeti” adı verilir. Mübâhele, karşılıklı beddualaşmak, lanetleşmek demektir. Mübâhele âyetinin iniş sebebi şudur: Hadis, tefsir ve tarih kitaplarında geçen rivâyetlerin toplamından anlaşıldığına göre: Hicretin 9. yılında Hz. Muhammed (s.a.a) bir mektup yazarak, Hıristiyan Necran halkını İslâm’a davet ediyor. Necran, Mekke ile Yemen arasında, o gün için Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden birisiydi. Necranlı Hıristiyanlar, aralarında bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, içlerinden 60 kişilik bir heyeti, Hz. Muhammed (s.a.a) ile görüşmek üzere Medîne’ye gönderiyorlar. Gelen heyet, Hz. İsâ Mesih ile ilgili çeşitli sorular soruyorlar. Hz. Muhammed (s.a.a), sorulan sorulara, Âl-i İmrân Sûresi’nin o sırada inen ilk 60 âyetiyle cevaplar verince, itirazlar başlıyor. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.a) onları, aynen âyette anlatıldığı gibi, mübâheleye çağırıyor. Necranlı Hıristiyanların en büyük danışmanı ve sözcüsü durumunda olan Abdülmesîh adlı papaz, "Bize biraz mühlet ver!" diyor... Sonunda ertesi gün lanetleşmek üzere ayrılıyorlar.
Vakit geldiğinde, Hz. Muhammed (s.a.a) Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in ellerinden tutmuş, kızı Hz. Fâtıma ve damadı Hz. Ali ile birlikte buluşma yerine geliyorlar. Bunu gören papazlar paniklemeye başlıyorlar ve en büyük bilginleri olan ve aynı zamanda liderleri konumunda bulunan Ebu’l-Hâris’in uyarısıyla, lanetleşmekten vazgeçiyorlar!
Necranlı Hıristiyan papazlarla yapılacak lanetleşmeye, Hz. Peygamber Efendimiz’in “oğulları” yerine torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i, “kadınları” yerine kızı Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ’yı, bizâtihî “kendi canı” yerine de damadı ve amcasının oğlu Hz. Aliyyü’l-Murtazâ’yı götürdüğü, tartışma götürmez tarihî gerçeklerdendir. (Ehli Sünnet kaynakları: Ahmed b. Hanbel, Müsned, Kâhire, 1313, Meymeniyye, Ahmed Bâbî Halebî, I, 185; Müslim, Sahîh, Kâhire, 1412, Dâru’l-Hadîs, Tahkîk: Muhammed Fuâd Abdülbâkî, 1. baskı, fedâil-i sahâbe, 32; Tirmizî, Sünen, Mısır, 1395, Mustafâ Bâbî Halebî, Tahkîk: Ahmed Muhammed Şâkir ve diğerleri, 2. baskı, tefsîr-i Âl-i İmrân, 7, menâkıb, 20; İbn Cerîr Taberî, Tefsîr, VI, 480; Hâkim, Müstedrek, Beyrût, ts. Dâru’l-Ma’rife, II, 593-594, III, 150; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, VII, 63; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, s. 353-354; Ebul-Hasen Vâhıdî, Tefsîr-i Vasît, I, 445, Esbâbü’n-Nüzûl, Demmâm, 1412, Dâru’l-İslâh, Hamîdân neşri, 2. baskı, s. 105; Ebûbekir Râzî Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, Kâhire, ts. Dâru’l-Mushaf, Kamhâvî neşri, II, 395-396; Fahreddîn Râzî, Tefsîr-i Kebîr, 1411, Mektebü’l-İ’lâm el-İslâmî (Mısır, 1357, Behiyye baskısından ofset), VIII, 82-88; İbn Kesîr, Tefsîr, I, 370-371. Bunların yanında; Kurtubî, Ebû Hayyân, Nesefî, Süyûtî vs. bütün tefsir kitaplarına, Âl-i İmrân Sûresi’nin 61-62 nolu âyetlerinin tefsirine başvurulabilir.)
Alevî kaynaklardan: İbn Ukde, Fedâil-ü Emîri’l-Mü’minîn Ali b. Ebî Tâlib, 1424, Delîl-i Mâ, Takdîm: Abdürrazzâk Hırzüddîn, 1. baskı, s. 184-185; Şeyh Sadûk, Emâlî, s. 618; Şeyh Müfîd, İhtisâs, Beyrût, 1430, Müessesetü’l-A’lemî, Tahkîk: Ali Ekber Ğıfârî, 1. baskı, s. 64; Ebû Cafer Tûsî, Emâlî, s. 259, 271, 307, 334, 564; Hâşim Bahrânî, Burhân, II, 42-44; Allâme Tabâtabâî, Mîzân, III, 222-244.
[2] Muhaddis: Hadis ilmiyle meşgul olan, hadisçi, hadis âlimi.
[3] Nefsi: Kendisi, canı. Yukarıdaki mübâhele âyeti, Ali’nin nefsinin Hz. Peygamber’in nefsiyle eşdeğer olduğunu ifade etmekte, Allah’ın Elçisi’nin (s.a.a) de Hz. Ali’nin canını kendi canıyla eş tutarak, “Ali bendendir, ben de ondanım!” buyurduğu bilinmektedir. (Konuyla ilgili hadisler için bk. Abdulkadir Çuhacıoğlu, Peygamberimizin Dilinden Hz. Ali, s. 201-203)
Bu eşdeğerliğin reel anlamda olmadığı açıktır. Yani Hz. Muhammed ile Hz. Ali, biyolojik manada aynı kişiler değildir. Öyleyse “Ali’nin nefsinin Hz. Peygamber’in nefsiyle aynı” olmasından maksat, her ikisinin nübüvvet dışında aynı konuma sâhip olmalarıdır. Yani, Allah’ın Elçisi’ne karşı görevlerimiz neyse ve ne kadar mutlaksa, ondan sonra Hz. Ali’ye karşı da görevlerimiz aynıdır ve o kadar mutlaktır ve aynı nurdan yaratıldıklarının da delilidir.
[4] bk. Meryem Suresi: 30.
[5] bk. Âl-i İmrân Suresi: 39.
[6] “Ali’nin Hendek’te indirdiği bir kılıç darbesi, cinlerin ve insanların ibadetlerinden daha üstündür.”
Hz. Peygamber’in bu anlamda hadisleri için bk. Hâkim, Müstedrek, III, 32; Hatîb-i Bağdâdî, Târîh-u Bağdâd, Beyrût, 1417, Dâru’l-Kütüb el-İlmiyye, Tahkîk: Mustafâ Abdülkâdir Atâ, 1. baskı, XIII, 19; Hâkim Haskânî, Şevâhidü’t-Tenzîl, 1411, Mecma-u İhyâi’s-Sekâfe el-İslâmiyye, Tahkîk: Muhammed Bâkır Mahmûdî, 1. baskı, II, 14; Hatîb-i Harezmî, Menâkıb, 1411, Müessesetü’n-Neşr el-İslâmî, Tahkîk: Mâlik Mahmûdî, 2. baskı, s. 106-107, Maktelü’l-Huseyn, 1418, Mektebetü’l-Müfîd, s. 29; İbn Asâkir, Târîh-u Medînet-i Dimaşk, Beyrût, 1419, Dâru’l-Fikr, Tahkîk: Ali Şîrî, L, 333; Fahreddîn Râzî, Tefsîr, XXXII, 31 = Kadr sûresi: 3; İbn Ebil-Hadîd, Şerh-u Nehci’l-Belâğa, Mısır, 1385, Dâr-u İhyâi’l-Kütüb el-Arabiyye, Tahkik: Muhammed Ebü’l-Fazl İbrâhîm, XIX, 60-61; Kâdî Adud Îcî, Mevâkıf, Mısır, 1325, Matbaatü’s-Seâdet (= Seyyid Şerîf Cürcânî’nin şerhiyle), VIII, 371; Nûreddîn Halebî, es-Siretü’l-Halebiyye, Beyrût, 1427, Dâru’l-Kütüb el-İlmiyye, 2. baskı, II, 428.
Alevî kaynaklardan: Muhammed Kûfî, Menâkıb-ü Emîri’l-Mü’minîn Ali b. Ebî Tâlib, 1412, Mecma-u İhyâi’s-Sekâfe el-İslâmiyye, Tahkîk: Muhammed Bâkır Mahmûdî, 1. baskı, I, 222-223; Şeyh Müfîd, İrşâd, I, 103; Ebû Ali Tabresî, İ’lâmü’l-Verâ, I, 379; İbn Şehrâşûb, Menâkıb-ü Âl-i Ebî Tâlib, Beyrût, 1412, Dâru’l-Advâ’, Tashihli 2. baskı, III, 163; Cafer Murtazâ Âmilî, Sahîh min Sîreti’l-İmâm Ali, Beyrût, 1429-1430, el-Merkezü’l-İslâmî, 1. baskı, IV, 80-89.
[7] bk. Abdürrazzâk (= Yâkût Hamevî, Mu’cemü’l-Üdebâ, Beyrût, 1411, Dâru’l-Kütüb el-İlmiyye, V, 137); İbn Şâhîn, Şerh-u Mezâhib-i Ehli’s-Sünne, Beyrût, 1415, Müesseset-ü Kurtuba, Tahkîk: Âdil Muhammed, 1. baskı, s. 151; Ebû Nuaym, Fedâilü’l-Hulefâ, Medîne, 1417, Dâru’l-Buhârî, Tahkîk: Sâlih Akîl, ilk baskı, s. 59; İbnü’l-Meğâzilî, Menâkıb-ü Emîri’l-Mü’minîn, s. 200; Hâkim Haskânî, Şevâhidü’t-Tenzîl, I, 100-103, 136-137; Hatîb-i Harezmî, Menâkıb, s. 83, 311; İbn Asâkir, Târîh-u Medînet-i Dimaşk, XLII, 313; Hâfız Gencî, Kifâyetü’t-Tâlib, s. 121-122.
Alevî hadis kaynaklarından: Şeyh Sadûk, Kemâlü’d-Dîn, s. 25, Emâlî, s. 57, 757; Şeyh Müfîd, Emâlî, 1414, Cemâ’atü’l-Müderrisîn, Tahkîk: Hüseyin Üstat Velî ile Ali Ekber Ğıfârî, 2. baskı, s. 14; Ebû Cafer Tûsî, Emâlî, s. 417; İbn Şâzân Kummî, Ravza fî Fedâil-i Emîri’l-Mü’minin, 1423, Mektebetü’l-Emîn, Tahkîk: Ali Şekerci, 1. baskı, s. 34-35; Allâme Meclisî, Bihâru’l-Envâr, XXXIX, 35-36, 38-39.
[8] “Elçilerden ulu’l-azm olanların sabrettiği gibi sen de sabret…” (Ahkâf: 35) âyetinden alınan “ulu’l-azm” kavramı, “azimliler, azim sahipleri” demektir. “Azim” ise “kararlı, gayretli ve dayanıklı olma” hâlidir. Bu durumda “ulu’l-azm peygamberler” dendiğinde; “Diğerlerine kıyasla daha zor ve çetin koşullarda görev yapan; getirdikleri yeni dini topluma hâkim kılmak için çok çaba harcayan, son derece kararlı ve zorluklara karşı dayanma gücü oldukça yüksek olan peygamberler” akla gelir. Her peygamber bu sıfatlara yeterince sahiptir. Ama bunların durumu fevkalâdedir, olağanüstüdür.
İmam Muhammed Bâkır şöyle buyurmuştur: “Ulu’l-azm olan elçiler beş tanedir: Nûh, İbrâhîm, Mûsâ, İsâ ve Muhammed.” (bk. Ebû Cafer Saffâr, Besâiru’d-Derecât, 1404, Müessesetü’l-A’lemî, Tahkîk: Mirzâ Muhsin, 2. baskı, s. 141; Şeyh Sadûk, Hısâl, s. 300)
Aynı hadis İmam Cafer Sâdık’tan da rivâyet edilmiştir. (bk. Küleynî, Kâfî, I, 175, 224)
Bu beş peygamberin her biri müstakil kitap ve şeriat sahibiydi. Hz. Nuh’tan sonra gelen bütün peygamberler onun şeriatini yürüttüler, onun kitabına göre amel ettiler. Ta ki Hz. İbrâhîm gelene kadar. Hz. İbrâhîm’den sonra gelen bütün peygamberler de, İbrâhîm’in yoluna tâbi oldular, onun kitabıyla hükmettiler. Bu durum Hz. Mûsâ ile Hz. İsâ’da da aynen devam etti. Nihâyet Hz. Muhammed (s.a.a) teşrif buyurduğunda, öncekilerin hükmü sona erdi. Hz. Muhammed son elçi olduğundan, onun kitabı ve şeriati kıyamete kadar devam edecektir. (Bu mealde, İmâm Cafer Sâdık ile İmâm Ali Rızâ’dan gelen hadisler için bk. Ebû Cafer Berkî, Mehâsin, 1432, el-Mecmau’l-Âlemî li-Ehli’l-Beyt, Tahkîk: Seyyid Mehdî Recâî, 3. baskı, I, 269-270; Küleynî, Kâfî, II, 17; Şeyh Sadûk, Ilelü’ş-Şerâi’, I, 122-123, Uyûn-ü Ahbâri’r-Rızâ, II, 86)
[9] Âl-i İmrân Sûresi’nin 61 nolu “mübâhele” âyetinde, enfüsenâ yani “kendi canlarımız” tabiri yer almaktadır. Bununla Hz. Peygamber’in bizâtihî kendisi kastedilmiş olamaz. Zira bir kimsenin kendisini davet etmesi anlamsızdır. O takdirde maksat, Hz. Peygamber’in kendisinden ayrı görmediği ve kendi canıyla eş tuttuğu birisi olmalıdır. Her iki tarafın ortaklaşa kabul ettiği tarihî kayıtlar da göstermiştir ki, o kişi Hz. Ali’dir.
İmam Ali ile Hz. Peygamber’in ayrı bedenlerde aynı canı taşımadıkları da malumdur. Öyleyse bu eşitlik ve benzerlik manevîyattadır. Yani, manevî açıdan, Hz. Peygamber’in Hak Teâlâ katındaki makamı ne ise Hz. Ali de o makama sahiptir. Onun gibi velîdir, O’nun gibi masumdur. O’nun gibi ilim deryasıdır, korkusuzdur; zühd, takvâ ve hoşgörü âbidesidir. Bu eşitlik, onun da peygamber olmasını gerektiriyordu. Ancak Hz. Muhammed son elçi olduğundan, Hz. Ali'nin peygamber olma şansı kalmamıştır. Yoksa kendisi o makama ehil olmayan birisi değildir. Meşhur “menzile” hadîsinin ifade ettiği anlam da budur zâten.
Hz. Peygamber’in Hz. Ali’den üstün olduğu icmâ ile sâbittir. Bu arada, Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerin hepsinden üstün olduğunda da icmâ vardır. Durum böyle olunca, buradan Hz. Ali’nin de Allah katındaki manevî değeri bakımından, sahâbe bir yana; diğer peygamberlerden de üstün olduğu anlaşılır. Hz. Ali’nin bütün ulu’l-azm peygamberlerin güzelliklerini bünyesinde topladığına dair, az evvelki hadis de buna işâret etmektedir.
(bk. Seyyid Ali Mîlânî, Teşyîdü’l-Murâca’ât, 1427, Merkezü’l-Hakâik el-İslâmiyye, 4. baskı, I, 486-490; Tafdîlü’l-Eimme alel-Enbiyâ, 1421, Merkezü’l-Ebhâs el-Akâidiyye, İlk baskı.)
Ehl-i Sünnet ekolünün büyük müfessirlerinden Fahreddîn Râzî, âyetten bu sonucun elde edilişine; ancak kendilerinin iddia ettiği tek taraflı “icmâ” ile karşı çıkıyor! (Tefsîr-i Kebîr, VIII, 86)
Kıyâmetin kopmasına yakın yeryüzüne inecek olan Hz. İsâ Mesîh’in (aleyhisselâm), aynı günlerde zuhûr edecek olan İmam Muhammed Mehdî’nin (accelallâhü fereceh) arkasında namaz kılacak olması da peygamber olmayan velî bir kulun, önceki peygamberlerden üstün olabileceğini gösterir.
(Kıyamet öncesi yaşanacak olan bu durum için bk. İbn Ebî Şeybe, Musannef, XXI, 204, 293; Ahmed, Müsned, III, 345, 384, IV, 216; Buhârî, Sahîh, Beyrût, 1407, Dâr-u İbn Kesîr, Tahkîk: Mustafâ Dîb Boğâ, 3. baskı, enbiyâ, 50; Müslim, iman, 155-156; İbn Mâce, Sünen, Beyrût, 1430, Dâru’r-Risâle el-Âlemiyye, Tahkîk: Şuayb Arnavût vd. 1. baskı, fiten, 33; Hâkim, Müstedrek, IV, 478-479; Hâfız Gencî, Beyân fî Ahbâr-i Sâhıbi’z-Zemân, yazarın Kifâyetü’t-Tâlib’i ile birlikte, s. 495-500; Celâleddîn Süyûtî, Hâvî lil-Fetâvâ, Beyrût, 1424, Dâru’l-Fikr, II, 202-203; Müttakî Hindî, Bürhân fî Alâmât-i Mehdiyy-i Âhıri’z-Zemân, Tantâ / Mısır, 1412, Dâru’s-Sahâbe, 1. baskı, s. 85-87.
Ayrıca bk. Şeyh Sadûk, Kemâlü’d-Dîn, s. 78, 251, 280, 284, 316, 331, 332, 345, 527; Emâlî, s. 287-288, Hısâl, s. 320; Ebû Cafer Tûsî, Ğaybet, 1411, Müessesetü’l-Me’ârif el-İslâmiyye, Tahkîk: İbâdullâh Tahrânî, 1. baskı, s. 191; Seyyid Muhammed Hâdî Mîlânî, Kâdetünâ Keyfe Na’rifühüm, IV, 512-517)
[10] Hadis için bk. İbn Sa’d, Tabakât, III, 21; İbn Adiy, Kâmil, Beyrût, 1409, Dâru’l-Fikr, Süheyl Zekkâr neşri, 3. baskı, VI, 284-285; Sa’lebî, Tefsîr, Beyrût, 1422, Dâr-u İhyâi’t-Türâs el-Arabî, 1. baskı, VIII, 126; Hatîb-i Bağdâdî, Târîh-u Bağdâd, XIV, 155; İbnü’l-Meğâzilî, Menâkıb, s. 240; Hâkim Haskânî, Şevâhidü’t-Tenzîl, I, 86, 262; İbn Asâkir, Târîh-u Medînet-i Dimaşk, XLII, 26, 313; İbnü’l-Cevzî, Muntazam, Beyrût, 1412, Dâru’l-Kütüb el-İlmiyye, Tahkîk: Muhammed Abdülkâdir Atâ ve Mustafâ Abdülkâdir Atâ, 1. baskı, V, 68; Gencî, Kifâyetü’t-Tâlib, s. 123-124.
Ayr. bk. Furât Kûfî, Tefsîr, Beyrût, 1432, Müessesetü’t-Târîh el-Arabî, Tahkîk: Muhammed Kâzım, 1. baskı, s. 134; Şeyh Sadûk, Hısâl, s. 174; Şeyh Müfîd, Emâlî, s. 235-236.
Hadîs-i şerif, tarihî gerçeklerle de birebir örtüşen bir hadistir. Çünkü Hz. Ali, genel kanaate göre 10 yaşlarında Hz. Muhammed’e (s.a.a) inanmıştır ve bundan önce, kendisinin putlarla hiç işi olmamıştır. (Ayr. bk. Makrîzî, İmtâu’l-Esmâ’, Beyrût, 1420, Dâru’l-Kütüb el-İlmiyye, Tahkîk: Muhammed Nümeysî, 1. baskı, I, 33; Şemseddîn Sefârînî, Ğızâü’l-Elbâb, Mısır, 1414, Müesseset-ü Kurtuba, 2. baskı, I, 33)