MUHARREM AYI SOHBETLERİ

  • 17 Ağustos 2021, Salı

MUHARREM AYI, MATEMİ VE ORUCU    (1. gün sohbeti)

 

Muharrem Erkânı Nedir?

 

         Muharrem’in birinci gününden itibaren on iki gün oruç tutulur ve her gün tutulan orucun açılmasından sonra Cem evlerinde toplanılır, muharrem ayı ile ilgili, Kerbela ile ilgili sohbetler yapılır, mersiyeler söylenir ve Muharrem erkânı (Cem’i) ibadeti yapılır. On iki gün boyunca bunlar yapılır, on üçüncü günü aşure pişirilip, kurbanlar tığlanıp, lokmalar dağıtılır ve birlik erkânı (Cem’i) yapılır. Bunun gerekçesi de şudur;

 

         Kevser suresinde Hz. Peygamber’imizin soyunun Kevser’den, yani Hz. Fatıma ile Hz. Ali’den geleceği müjdesi veriliyor. Bundan dolayı da Hz. Peygamber’e, Şükret, ibadet et ve kurban kes deniyor. Biliyoruz ki Kerbela da sadece İmam Zeynel Abidin sağ kaldı ve Ehli-Beyt soyunun günümüze kadar gelmesini sağladı.

İşte muharrem orucu sonunda kesilen kurban, İmam Zeynel Abidin sağ kalıp Ehli-Beyt soyunun günümüze dek devam ettiği için kesilen şükranlık kurbanıdır. Muharrem’in on üçüncü günü bir araya gelinir, o gece tutulan oruçların, kesilen kurbanların kabulü için Allah’a dua ve niyazda bulunur. Cem ibadeti yapılır.

 

Muharrem orucunun aslı nedir?

 

Kur’an da; Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz, Allah’a karşı gelmekten sakının deniyor. (Bakara suresi, Ayet 183)

 

Yine Kur’an da Sayılı günlerde olmak üzere oruç size farz kılındı. Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa, tutamadığı günler kadar, diğer günde tutar deniyor. (Bakara S. Ayet 184)

 

Ayetlerde de anlatıldığı gibi, Hz. Muhammed öncesi Peygamberleri ve onların ümmetlerini kast ediyor. Sayılı günlerden bahsediliyor, bu günler Muharrem ayı içerisinde oruç tutulması gereken günlerdir, yani Muharrem’in birinden itibaren on iki gündür. (on iki imamlar)

Muharrem orucundan öncede üç gün masumu paklar orucu tutulur, bu oruç Müslim b.Akily ve iki küçük oğlu için tutulan oruçtur.

İsra Suresi, Ayet 77 de buyuruyor ki; Sizden önce gönderdiğimiz Resullerimize uygulanan yasa da buydu. Sen bizim yol ve yasamızda değişme bulamazsın”

 

Bu orucu, hangi Peygamber niçin tutmuştur.

>Âdem Peygamber, tövbesinin kabul edildiği gün için

>Nuh Peygamber, gemisinin karaya çıktığı gün için

>İbrahim Peygamber, Nemrut ateşinden kurtulduğu gün için

>Yakup Peygamber, oğlu Yusuf’a kavuştuğu gün için

>Eyüp Peygamber, dertlerinden kurtulup şifa bulduğu gün için

>Yunus Peygamber, balığın karnından kurtulduğu gün için

>Musa Peygamber, firavunun gazabından ümmetini kurtardığı için

>Allah’ın Resülü, Hz. Muhammed Mustafa da Emevilerin zulmünden kurtulmak için 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicretinde, Medine’ye sağ salim dönmesinin şükranlığı olarak on gün Muharrem orucunu Hira mağarasına inzivaya çekilerek oruç ibadetini tamamlamıştır.

 

Aynı zamanda Peygamberlerin ümmetleri de bu oruçları tutmuşlardır. On Muharrem Peygamberlerin kurtuluş veya müjde günü olarak kabul edilir. Hz. Peygamber’in torunu İmam Hüseyin’in ve yakınlarının ise felaket ve musibet günü olmuştur bu ay.

Bundan dolayıdır ki, Alevi inancına mensup insanlar Peygamberlerin uyguladıkları bu on günlük oruca, iki günde Kerbela da şehit olan İmam Hüseyin ve yetmiş iki yakını için, on iki gün oruç tutarlar. Görüldüğü gibi Muharrem orucu tamamen Kur-an’a dayanır. Bu oruç, aslında tüm İslam âlemi için farz kılınmıştır.

 

         Yukarıda da anlattığım gibi Muharrem orucu başlamadan önce, üç gün Masumu Paklar orucu, on iki günde Muharrem (12 İmamlar) orucu ile birlikte on beş gün oruç tutulur. Muharrem ayı bir matem ayıdır, bu ayda on iki gün boyunca yas tutulur. Bu ayda yüreği Ehli-Beyt sevgisiyle yanan kendini İslam diye kabul eden için matem aydır ve bu matemi (yası) yaşamalıdır. Çünkü bu ayda Hz. Muhammed Mustafa’nın öperek, severek sırtına alıp gezdirdiği sevgili torunu Hz. İmam Hüseyin’in ve yetmiş iki Ehli-Beyt dostunun“Kerbela” denilen yerde, iktidar hırsıyla içi kararmış olan Muaviye oğlu Yezid tarafından susuz şehit edildiği aydır.

 

Bu oruç tutulurken, susuz Kerbela şehitlerini anmak adına, on iki gün boyunca saf su içmemeye gayret ederler, burada amaç Kerbela da yaşanan susuzluğu ve o acıyı paylaşmaktır. Muharrem orucuna bir sonraki gün alımına geçmeden, yani gece saat onikiden önce yiyecekler yenir ve niyet edilir. Muharrem ayı orucu boyunca özellikle Anadolu yöresinde kesici alet kullanılmaz, kurban kesilmez yani kan akıtılmaz, yemeklerine et konulmaz ve et yenilmez, düğün gibi vs. eğlenceler yapılmaz. Aynaya bakılmaz, traş olunmaz, yıkanılmazdı kısaca on iki gün boyunca acı içinde yas tutulurdu.

 

Mümkün mertebe kimseyle tartışılmaz, gönül kırmamaya özen gösterilirdi, tüm bunlar tabi ki Anadolu da, yani köylerimizde kaldı. Bizler burada da yapmaya çalışıyoruz ama yöresel yerlerimizde yaptığımız gibi değil de biraz daha esnek olarak, artık şehirlerde yaşıyor, toplum içerisine çıkıyoruz, işimize gidiyoruz. Çünkü burada kimimiz resmi kurumlarda, kimimiz özel sektörde çalıştığımız için temiz olmak zorundayız. Kılık kıyafetimize bakmak zorundayız, yani temizliğimize dikkat etmeliyiz. Yinede buna rağmen matemimizi orucumuzla birlikte yaşamaya çalışıyoruz.

 

Oruç nedir, niçin tutulur?    

İnsanlara her türlü kötülükler yaptıran, nefis, tamah ve şeytani duyguları ıslah etmek için riyasız ibadettir, oruç tek kelime ile.

Islah-ı nefistir, insanın kendi kendisini eğitme evresidir. Allah’ın rızasını kazanmak için oruç tutmaya niyet etmiş bir insan, o gün ne kadar güzel lezzetli yemekler görse de, iştah çekse de, ben oruçluyum der sabreder. Orucunu bozmaz, işte bu gibi sabır alışkanlığı yapan insanlar, bir gün nefsine uyup bir kötülük yapacağı zaman, işte o ıslah-ı nefis alışkanlığı onu bu kötülüğü yapmaktan geri alır. Yalnız yememekle, içmemekle tutulan oruç, oruç değildir. Oruç tutan insan, o gün dili ile yalan söylemeyecek, dedikodu yapmayacak, bir kalp kırmayacak, eli ile kimseyi incitmeyecek, harama el uzatmayacak, gözü ile kimsenin namusuna kötü niyetle bakmayacak, bütün dünyevi duyguları ile oruç olacak ki, orucun oruç olsun, Allah’ın rızasını da kazanabilesin.

        

Oruç, nefsimizi ıslah etmek için, Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmak için tutulur. Oruç, Allah’a şükür ve şükranlarımızı ifade etmek için, Allah tarafından dilek ve temennilerimizin yerine gelmesi için tutulur. Oruç, elimizde olmayarak yaptığımız bir hatadan dolayı, Allah’tan af dilemek için tutulur. Oruç, sadece aç kalmak değildir, tüm bedenin oruçlu olma halidir, yani nefsiyle, eliyle, diliyle ve beliyle kısaca tüm azaları ile oruçlu olmalıdır.

Oruç olma hali bizleri hemen yemeye, içmeye yöneltir, açlık ve tokluğu aklımıza getirir. İşte bu böyle olmamalı nefsine hâkim olunmalıdır.

 

Oruç beden orucudur dedik, nedir bu beden orucu:

Elin orucu; hiçbir vesile ile harama el uzatılmamalı

Dilin orucu; hiçbir vesile ile yalan, küfür, dedikodu ve gıybette bulunmamalıdır.

 

Belin orucu; zinadan ve şehvetten uzak durmalıdır.

Gözün orucu; hiçbir şeye kötü gözle bakmamalı ve gafletten uzak durmalıdır.

 

Kulak orucu; tüm kötü fiillere kulağını kapamalı ve yasak olan şeyleri duymamalıdır.

 

Kalbin orucu; her an Allah’la beraber olduğunu, hiçbir vesile ile Allah’tan uzak olmamalı, hiçbir zaman tevekkür’den uzak kalmamalı ve vermiş olduğu nimetlerden dolayı Allah’a şükretmelidir.

 

İradede orucu; Cenab-ı Allah, en mükemmel olarak yarattığı insana, diğer varlıklardan fazla olarak irade sıfatı vermiştir. Oruç tutan kimse, iradesine hakim kimsedir, çünkü nefsimiz bizden çok şey ister, eğer biz nefsimizin hakimi olmazsak, istediği her şeyi verirsek onun tutsağı olmuş oluruz.

Yani irade elden gitmiş nefsin dediği olmuş olur, buda bizi kötülüğe sevk etmiş olur, ama biz irademize sahip olursak, bu bizi hiçbir kölüğe sevk etmez.

 

Ruhun orucu; Cenab-ı Hakk, kendi öz cevherinden ve tertemiz olarak bize verdiği ruhumuzu, manevi duygularla beslemeliyiz. Müzik nasıl ruhun gıdası diyorsak, yaptığımız ibadette ruhun gıdası olmalıdır. Kısacası nefsimizin hâkimi olmak tüm bu saydıklarımızı içine aldığımız zaman ruhun gıdası haline getirmiş oluruz.

 

Muharrem ayı neden her yıl on gün öne gelir?

Eski Kameri ayların toplamı, Yani bu on iki ayın toplam gün sayısı 355’tir. Oysaki güneşin ilkbahar ılım noktasından iki geçişi arasındaki zaman birimi olan gerçek yıl gün sayısı 365’tir.

Demek ki, Miladi takvim ile Kameri takvim arasında gün farkı 10 dur. Dolayısıyla Arabî aylar ve Muharrem ayı her yıl on günlük bir kaymayla öne gelir, bu dönüşüm yaklaşık otuz altı yılda bir aynı zamana denk gelir.

Hz. Muhammed ve Hz. Ali döneminde de Muharrem ayı, yıl içinde dönmüştür. Kerbela olayından sonrada İmam Zeynel Abidin ve ondan sonra gelen İmamlar ve onun soyundan gelen Hacı Bektaş Veli döneminde de Muharrem ayı yıl içinde dönmüştür.

 

Muharrem ayı nedir? Muharrem ayı haram aylardandır.

 

Yüce Kitabımız Kur-an’ı Kerim buyuruyor ki; sana haram ayı, yani onda savaşmayı sorarlar. De ki; O ayda savaşmak günahtır, insanları Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mani olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük bir günahtır. (Bakara S. Ayet 217)

 

Araplar Hz. Muhammed döneminde, bu ayın haram ayı olduğunu bildikleri halde istedikleri zaman savaşmak ve avlanabilmekteydiler. Bu ayı kasıtlı olarak, farklı bir ayla eşdeğer hale getirmişlerdir. İşte bu kasıtlı ve hileli yöntem, Hicretin 8. yılında şu ayetle kaldırıldı  (Tevbe S. Ayet 37)

Haram ayları ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah’ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O’nun haram kıldığını helal kılmak haram ayını bir yıl helal sayarlar, bir yılda haram sayarlar. Böylece onların kötü işleri kendilerine güzel göstermiştir. Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez denilmektedir.

 

         Cenab-ı Hakk matemimizi, oruçlarımızı, niyetlerimizi kabul eylesin, bizleri Ehli-Beyt’in katarından didarından ayırmasın.

 

                                                

                                                        Alevi İslam İnanç Hiz. Başkanlığı

                    

 

 

 

KERBELÂ OLAYINA NASIL GELİNDİ?   ( 2.Gün)

 

Kerbelâ olayı, sadece 10 Ekim veya 10 muharrem 680 yılında Hz. İmam Hüseyin’le Yezid arasında geçen bir olay olarak ele alınmamalı. Kerbelâ olayına nasıl gelindi, bu olayı meydana getiren faktörler nelerdi? Geriye doğru dönüp, bu kanlı olayın tarih sürecindeki yerini görmek gerekir. Kureyş kabilesi ve bu kabileyi temsil eden Haşim Oğulları ile Ümeyye Oğulları kimlerdi? Bu iki aile arasındaki akrabalık derecesi neydi ve yine bu iki aile arasındaki husumetin nedenleri nelerdi? Bunları bilmeden, Kerbelâ olayını anlayamayız ve anlatamayız.

Bu nedenle konuya Hz. İbrahim Peygamber ve onun oğlu İsmail Peygamber ile başlamak gerekir. Bilindiği gibi, Hz. İbrahim Peygamber,  oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi yaptılar. Hz. İbrahim, burada İslam dinini yaymağa çalıştı. Daha sonra da oğlu İsmail Peygamber bu görevi sürdürdü. Hz. İsmail, Cürhüm kabilesinden evlendiği kızla, neslini çoğalttı. Yüzyıllar sonra İslam dinini ve Müslümanlığı tebliğe memur edilecek olan Hz. Muhammed’in soyu olan Kureyş kabilesi, İsmail Peygamber’in evlendiği Cürhüm kabilesinden çıkmıştır.

 

Kâbe’den dolayı Mekke şehri kutsallık kazandı ve günden güne önemi arttı. Böylece Hz. İsmail’in soyundan gelen Kureyşliler, Arap dünyasının değişmez hâkimi durumuna gelmişlerdi. Bu arada Mekke yönetimini elinde bulunduran Huzaelilerin başkanı Huleyl, kızı Hubbey’i, Kureyş kabilesinin başkanı Kusay (Zeyd) ile evlendirdi. Huzaelilerin başkanı Huleyl, ölünce de Mekke’nin ve Kâbe’nin, yönetimi Kusay’ın karısına kaldı ve böylece Mekke’nin ve Kâbe’nin yönetimi,  Kureyş kabilesinin başkanı Kusay’ın eline geçti.  Kusay, Kâbe’yi yeniden onardı ve pek çok yenilikler yaptı. Kusay’ın ölümünden sonra Mekke’nin ve Kâbe’nin yönetimi, Kusay’ın büyük oğlu Abdüdar’a geçmişti. Abdüldar’ın ölümünden sonra ise Kureyş kabilesinin başına Abdülmenaf geçti.  Abülmenaf’ın tek batında, yani ikiz doğan iki oğlu vardı. Bunlardan birinin adı Haşim  (Amr), diğerinin adı Abdüşems idi.

 

Bir müddet sonra Abdülmenaf,  Kâbe’nin yönetimini iki oğlu arasında bölüştürdü. Hacılara su dağıtımı  (sakaye) ile yiyecek dağıtımı (rıfade) görevleri, oğlu Haşim’e (Amr) verdi. Diğer görevler ise diğer oğlu Abdüşems’te kaldı. Ancak, bir müddet sonra Abdüşems’in oğlu Ümeyye, kendi yönetimlerindeki görevlerin gelirleriyle yetinmeyip, amcası Haşim’in gelirlerinden de pay almak için harekete geçti. Kâbe’nin en önemli görevlerinin amcası Haşim’in elinde bulunmasını, bir türlü hazmedemiyor, devamlı olarak kavga çıkarıyordu.

Bu kavganın sebepleri arasında en önemli etken ise, Kâbe’nin öneminden dolayı Mekke’nin günden güne gelişerek, Arap Yarımadası’nın en önemli ticaret merkezlerinden biri durumuna gelmiş olmasıydı. Mekke’nin ve Kâbe’nin bu özelliklerinden dolayı Ümeyye, amcası Haşim’i bir türlü rahat bırakmıyordu.

 

En sonunda Haşim ile Ümeyye, mahkemelik oldular, davayı kaybeden Ümeyye, on yıl müddetle Mekke’den Şam’a sürgüne gönderildi. Bir müddet sonra Haşim öldü, onun ölümünden sonra cezası sona ermiş olan Ümeyye de Mekke’ye döndü, fakat kısa bir müddet sonra o da ölünce Kâbe’nin yönetimi, Haşim’in kardeşi Mutallib’in eline geçti. Diğer tarafta Haşim’in daha önce Medine’de evlendiği eşinden Şeybe adında bir oğlu vardı. Bu çocuk büyümüş, delikanlı olmuştu. Mutallib, Kâbe’nin yönetimini eline alınca, Medine’ye gidip Haşim’in oğlu Şeybe’yi Mekke’ye getirdi ve Kâbe’nin yönetimine ortak etti. Mutallib, yeğeni Şeybe’yi Medine’den Mekke’ye getirirken devesinin arkasına bindirmişti. Halk, Şeybe’yi Mutallib’in kölesi sanmış ve Mutallib’in kölesi anlamına gelen “Abdulmutallib” demişlerdi. Daha sonra Şeybe adı unutulmuş, Abdulmutallib adıyla anılmıştı. Abdümenaf’tan sonra Kureyş kabilesi, “Haşimiler” ve “Ümeyye” oğulları (Emeviler) olarak ikiye ayrılır.

 

Haşim oğulları: Abdümenaf, Haşim (Amr), Mutallib, Abdulmutallib (Şeybe), Abdulmutallib’in oğulları, Abdullah ve Ebu Talip’tir.

Abdullah’ın oğlu Hz. Muhammed, Ebu Talib’in oğlu ise Hz. Ali’dir.

Ümeyye oğulları: Abdümenaf, Abdüşems, Ümeyye, Harb, Sahar (Ebû-Süfyan), Muaviye ve Yeziddir.

Özetleyecek olursak, önceleri Haşim ile Ümeyye arasında başlayan bu kavga, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in Haşimî soyundan gelmiş olmasıyla birlikte bir kat daha arttı. Ümeyye oğullarını çileden çıkaran en büyük etken de bu oldu.

Buraya kadar yapmış olduğumuz açıklamalardan anlaşıldığına göre, daha İslamiyet öncesi Kâbe ve Mekke’nin yönetimiyle başlayan bu iki ailenin düşmanlıkları, daha sonra da Hz. Muhammed ile Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Ebu Süfyan arasında devam etti.

 

İSLAMİYET’TEKİ AYRILIKLAR

 

Hz. Muhammed Efendimizin, bu âlemden Hakk’a yürümesinden hemen sonra ilk ayrılıklar başlamıştır. Bunun en önemli sebebi, Hz. Peygamberimiz, kendisinden sonra amcasının oğlu ve aynı zamanda damadı olan Hz. Ali’yi yerine vasi tayin etmesi fakat buna rağmen, Hz. Peygamber’in naaşı henüz yerde iken, Ebu Bekir’in halife seçilmiş olmasıdır.

Hz. Peygamber Efendimiz, hac ve umre ziyaretlerini yapmak üzere Hicret’in onuncu yılında tüm sahabeleri ile birlikte, Medine’den Mekke’ye gitmişti. Hac dönüşünde, (buna Haccet-ül veda da denir), “Gadir-Hum” denilen mahalle gelindiğinde, Cebrail-i Emin tarafından şu Kur’an ayeti gelmişti. Mealen: Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez (Maide 67) deniyordu.

Hazret-i Peygamber Efendimiz, bu ayetin gelişinden, ahirete intikal edeceğini farketmiş ve ömrünün sonuna yaklaştığını anlamıştı.

 

Bunun üzerine Allah’ın Resulü, kafilede bulunan binlerce sahabeyi ağaçlık bir yerde topladı ve deve semerlerinden bir minber yaptırarak üzerine çıkıp ellerini havaya kaldırdı. Bugün burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler, Acıyan, bağışlayan ve her şeyi bilen Cenab-ı Allah bildirdi ki, katına davet edildim, yakında davetine icabet edeceğim, ebedi yurda döneceğim buyurdular.

Sözlerine devam ederek: Ey kavmim ve sahabeler! Bugün benden öğrenmek istediğiniz ne varsa fırsat kaybolmadan öğrenmeye çalışın, çünkü ayrılık vakti yaklaşmıştır. Yarın kıyamet gününde Muhammed size ne yaptı diye sorulduğunda, orada verilecek cevabınız ne olacaktır?” diye sordu.

 

O vakit bütün sahabe, hep bir ağızdan: “Ya Resulallah! Peygamberlik görevinizi, lâyıkıyla yerine getirdiniz, biz sizden öğütler dinledik. Buna şahitlik ederiz” dediler. Hz. Muhammed, ayı ikiye ayıran parmağını göğe doğru kaldırıp: Ya Rabbi! Sen şahit ol!” dedi ve sözlerine şöyle devam etti: Yarın ahiret gününde Kevser havuzu kıyısına ulaşacaksınız. Bu havuzun başına sizden önce varacağım. Siz gelince de size bıraktığım iki paha biçilmez emanete ne yaptınız diye soracağım, bu iki emanetim şunlardır: Birincisi Allah’ın gökten yere uzatmış olduğu ipi Kur’an-ı Azim-i şan, diğeri ise, benim Ehl-i Beytim’dir. Bu iki emanetim, sizi havuzun başında bana ulaştıracaktır, bunu âlemlerin Rabbi olan Allah’tan ben istedim. Bu iki emanetime sıkı sıkı sarılırsanız, dalâlete düşmezsiniz, ebedi olarak doğru yolda olursunuz buyurdular.

 

Bunları söyledikten sonra Allah’ın Resulü, şu Kur’an ayetini okudu: Ey iman sahipleri! Allah’a itaat edin. Resule ve sizin içinizden olan iş ve yönetim sahiplerine de itaat edin. Sonra bir şeyde tartışmaya girdiniz mi, eğer Allah’a ve âhret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resule arz edin. Böyle yapmanız hem hayırlı hem de sonuç bakımından daha güzeldir. (Nisa S. Ayet 59)

 

Bu ayetin okunmasından sonra bazı sahabeler, Biz hangi iş ve yönetim sahibine, yani kime itaat edeceğiz diye sordular. O vakit Peygamber Efendimiz yanında duran Hz. Ali’nin elini tutup havaya kaldırdı ve şunları söyledi: Ali’nin kanı kanımdandır, canı canımdandır, teni tenimdendir, ruhu ruhumdandır, Ali ile biz bir nurun ikiye bölünmüş parçalarıyız dedi. Sonra şöyle devam etti: Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.”  (Buradaki Mevla sözü, o yüce yaratan olmayıp, yönetici anlamındadır.) Daha sonra da Hz. Peygamber’imiz: Allah’ım Ali’yi seveni sen de sev, ona düşman olana sen de düşman ol, ona yardım edene sen de yardım et, onu hor göreni sen de hor gör. O nereye yönelirse Hakk’ı onunla beraber kıl diyerek uzunca bir dua etti. Bunları duyan Hattab’ın oğlu Ömer Hz. Ali’ye gelerek: “Kutlu olsun sana ey Ebu Talib’in oğlu, sen benim ve tüm müminlerin mevlâsı oldun” diyerek Hz. Ali’yi kutladı. Bunun ardından orada hazır bulunan tüm sahabeler, teker teker gelip Hz. Ali’yi kutladılar.

Bu kutlamanın ardından hazır bulunan sahabeler:

 “Ya Resulallah! Biz senden razı olduk, ileride dalâlete düşmememiz için nasıl hareket etmeliyiz?” diye sordular. O vakit Hz. Muhammed: (Şûra 23) ayetini okudu. “Size yapmış olduğum tebliğim için her hangi bir ücret istemem, ancak akrabam için bana meveddet ediniz, yani benim Ehl-i Beyti’mi samimiyetle seviniz ve muhabbet ediniz buyurdular. Bu açıklamanın ardından da Hazret-i Peygamber’imiz: “Benim Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisine benzer, kim bu gemiye binerse kurtuluşa erer. Kim bu gemiye binemezse, dalâlette kalır buyurdular. Sonra da Hz. Ali ile ilgili şu aşağıdaki hadisleri söylediler.

 

1-  Arap kavminin ve tüm müminlerin seyidi Ali’dir.

2-  Sırrımın sahibi, Ali ibni Ebü Talip’tir.

3-  Ben kimin efendisi isem, Ali de onun efendisidir.

4-  Ali, bedenimde baş gibidir.

5-  Tahkik, Ali benden sonra velinizdir.

6-  Ya Ali! Sen bana Musa’nın Harun’u gibisin.

7-  Ben korkutucu, Ali hidayete vesile olucudur.

8-  Ben ve Ali, Allah’ın kulları üzerine, Allah’ın hüccetiyiz.

9-  Ben ilmin şehri, Ali de kapısıdır. İlmi arzu eden kapıya gelsin.

10-Benden sonra ümmetimin en âlimi, Ali bin Ebi Talip’tir.

11-Halk içinde Ali, Kur’an içinde “Kul hüvallâhü Süresi” gibidir. Bunların dışında daha pek çok hadis mevcuttur. Bunlar, örnek olarak seçilmişlerdir.

 

HAZRETİ MUHAMMED’İN YAZDIRAMADIĞI VASİYET

Allah Resulü Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhe ve sellem) Gadir Hum’dan yetmiş gün sonra hastalanmıştı. Hastalığı günden güne şiddetlendi. Etrafında Ehl-i Beyt’i, yakınları ve sahabeleri toplanmışlar, İslam âlemi, büyük bir acı ile karşı karşıya kalmışlardı. Hz. Muhammed Efendimiz,  Bana bir kâğıt, bir kalem getirin size bir vasiyet bırakayım, ta ki benden sonra dalâlete düşmeyesiniz buyurdular. Allah’ın Resulü’nün hayatının sonunda yazmak istediği bu vasiyetin yazılmasına, orada hazır bulunan Hattab’ın oğlu Ömer, “Peygamber sayıklıyor” diyerek engel oldu. Şurası çok iyi bilinmelidir ki âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın Resulü, kendi aklı ile değil, şuhudları (Allah’ın vayh) ile hareket ederlerdi. Çünkü “Levh-i Mahfuz” O’nun kitabı, “kalem-i â’la” ise yol göstericisi idi. Bu hususu Kur’an’da da görüyoruz. Kur’an’da: “(Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı; O, arzusuna göre de konuşmaz. O’nun bildirdikleri, vahiy edilenden başkası değildir.

(Necm, 1–2–3–4) denilmektedir. Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Ömer’in müdahalesi yersiz idi. Çünkü Hz. Muhammed, Tanrı’nın izni olmaksızın tek söz etmemiştir.

 

Bu olanlardan kısa bir zaman sonra da Yüce Allah’ın Resulü, bu fani dünyadan ebedi dünyaya Hakk’a yürüdü. Medine halkını ve tüm İslam âlemini karanlık ve hüzün bulutları sarmıştı. Bir yandan madde güneşi doğarken, diğer yandan da bu âlemleri aydınlatan manevi güneş kaybolmuştu.

 

 

Hz. Ali başta olmak üzere Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyt’i, yakınları ve özel sahabeleri, Hz. Muhammed’in naaşını yıkamak, cenaze hizmetini yapmakla ve defnetmekle meşguldüler. Diğer bir tarafta da daha Hz. Peygamber’in na’şı yerde iken, yerine halife seçmek isteyenler, Sakife-yi Beni Saide denilen yerde toplanmışlar, Ebu Bekir’i halife seçmekle meşguldüler. Bu nasıl bir Müslümanlıktır ki, henüz Peygamber’lerinin cenazesi kalkmadan, naaşı yerde iken böyle bir hareketi kendilerine uygun görmüşlerdi.

İşte, böyle oldubittiye getirilerek gayri adil bir seçimle Ebu Bekir halife seçilmiştir. Çünkü Cenabı Allah’ın övmüş olduğu ve “âlemlere rahmet olarak gönderdim” dediği Resulü’nün, “Ehl-i Beyt’im” dediği kimselerin hazır bulunmadığı bir seçim, gayri adil sayılırdı.

 

Hz. Muhammed’in vefatından müteessir olmadan, Gadir-Hum biatını ve velayet ayetini (Nisa, 59) hiçe sayıp, Hz. Muhammed’in hiçbir vasiyette bulunmadığını iddia ederek, hatta Peygamber’in vefatını bile fırsat bilip böyle bir seçime başvurmuşlardı. Bilindiği gibi, birinci Halife Ebu Bekir, vefatından önce yerine Hattab’ın oğlu Ömer’i tavsiye etmiş ve vasiyet üzerine ikinci halife olarak Ömer seçildi. İkinci Halife Ömer de vefatından önce altı kişilik bir şûra atadı ve Hz. Ali’nin ismini en sona yazdı.  Seçilen şûra ise üçüncü halife olarak Osman’ı seçti. Eğer halife Osman’nın ölümü ani olmasaydı, vasiyet edecek zamanı olsaydı, muhakkak ki o da halife olarak Muaviye’yi tavsiye edecekti. Bu nasıl bir adalettir?

 

Yukarıda da söylediğim gibi Hz. Ali, Hz. Peygamber’in gerçek vasisi ve varisidir. Ancak Hz. Ali, İslam dininin parçalanmaması ve zarar görmemesi için yapılan tüm haksızlıklara sabır göstermiştir. Halife Osman’ın öldürülmesinden sonra Müslümanlar, Hz. Ali‘nin etrafında toplandılar ve kendisine biat ettiler. Böylece Hz. Ali, halifeler arasında Allah ve Peygamber’in emirlerine uygun ve Müslümanların desteği ile seçilen tek halifedir.

Hz. Ali’nin hilafeti 4 yıl, 3 ay sürdü. Hz. Ali’nin bu 4 yıllık hilafeti döneminde, kendine biat etmeyen Muaviye, bu sefer de halife Osman’ın ölümünde Ali’yi suçlayarak, kan davası peşine düştü. Hz. Ali’ye muhalefet edenler yalnızca Emeviler değildi. Ebu Bekir’in kızı Ayşe de Hz. Ali’ye karşı davrananlardan idi.

CAMEL SAVAŞI

 

Hz. Ali halife seçilince Yemen, Basra, Küfe, Mısır ve Şam bölgelerine yeni valiler atadı. Ancak bunların çoğu, bölge halkı tarafından iyi karşılanmadılar. Talha, Küfe valiliğini, Zübeyr de Basra valiliğini istemişlerdi. Bu istekleri yerine getirilmediği için, Hz. Ali’ye biat etmiş olmalarına rağmen, sonradan ona cephe aldılar. Ebu Bekir’in kızı Ayşe, halife Osman’ın öldürülmesinden önce Mekke’ye gitmişti. Osman’ın öldürülüp Hz. Ali’nin halife seçildiğini öğrenince hemen Medine’ye dönmeyip bir süre daha Mekke’de kaldı.

        

 

Bu sırada Talha, Zübeyr, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Amir ve beni Ümeyye’den birkaç kişilik bir topluluk, gelip Ayşe ile birleştiler. Yine Hz. Ali’ye karşı olanlardan biri olan Ya’la bin Münebbih, Yemen vali ve âmili bulunduğu sırada, Yemen Beyt-ül Mal’ında bulunan pek çok malları ve parayı alıp Mekke’ye geldi. Burada bulunan Talha Zübeyr ve Ayşe’ye katıldı. Getirdiği malları, bunlara verdi. Bu türlü kişisel çıkarlar ve kırgınlıklarla Hz. Ali’ye cephe almış kişiler topluluğu, Halife Osman’nın kanını dava etmek için, Basra’ya doğru yola çıktılar. Kendilerine yolda katılanlarla birlikte sayıları, epey çoğaldı. Ya’la bin Münebbih, yüz dinara satın aldığı Asker adındaki devesini Ayşe’ye hediye edip bu deve ile savaşa girdiği için bu savaşa deve savaşı anlamına gelen “Camel Savaşı” denildi.

 

Hz. Ali’nin Basra’ya vali olarak atadığı Osman bin Huneyf, Ayşe ve yanındakileri durdurmak istediyse de başarılı olamadı. Adamlarından kırk kişiyi öldürüp, kendisinin de saçını sakalını yolup birkaç gün hapsettikten sonra salıverdiler. Diğer taraftan Hz. Ali, onların bu çirkin davranışlarını duyup aynı yıl, yani 656 Ekim ayında, 1200’ü Muhacirin ve Ensardan olmak üzere 4000 kişilik bir birlikle yola çıktı. Oğulları Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Muhammed bin Hanefi ile Ebu Bekir’in oğlu Muhammed de yanında idi. Irak topraklarındaki Zükar adlı yere vardıklarında, Küfe halkından 12.000 kişi,  Hz. Ali’nin yanında yer aldı; bir bölüğü de Ayşe’nin yanında yer aldı.

 

Burada hemen bir savaşa girip yersiz olarak Müslüman kanının dökülmesini istemeyen Hz. Ali, Basra’ya gitti. Hz. Ali, Zübeyr ve Talha ile görüşüp savaşı önlemek istedi ise de bu görüşmelerden bir sonuç alamadı. Ancak Hz. Ali, Peygamber’in Zübeyr’e kendisinin, haksız olduğu bir konuda Ali ile karşılaşacağı hakkındaki sözünü hatırlatınca Zübeyr, savaştan çekilmiş, Medine’ye dönerken Amr bin Cermuz adındaki biri tarafından yolda öldürülmüştü.

 

Ayşe’nin ordusu ile Hz. Ali’nin ordusu arasında Hureybe adlı yerde yapılan savaş, 9 Aralık 656 Perşembe günü başladı. Burada öyle şiddetli bir savaş oldu ki, deve üstünde kimse tutunamadı. Öyle bir savaş oluyordu ki, yerler kan gölüne dönmüştü. Bu arada Talha, yan yana savaştıkları arkadaşı Mervan bin Hakem’in attığı bir okla öldü. Savaş sonunda Ayşe tarafı yenildi, Ayşe’nin kendisi Hz. Ali’nin ordusu tarafından esir alındı, ama kendisine tutsak muamelesi yapılmadı.

 

Bu savaştan galip çıkan Hz. Ali, Ayşe’yi huzuruna getirdiklerinde: “Ya Ayşe! Biliyorsun ki, Resûlü Ekrem, ümmetinin bir kılına bile zarar gelmesini istemezdi. Hâlbuki sen, onun, bunca ümmetinin kanlar içinde can vermesine sebebiyet verenlerle birleştin. Yarın mahşer gününde onun huzuruna hangi yüzle gideceksin?” dedi. O vakit Ayşe, utancından ellerini yüzüne kapatmıştı. Daha sonra Hz. Ali, Ayşe’yi, kendi yanında çarpışmış bulunan Muhammed b. Ebu Bekr ile Mekke’ye yolladı.

 

Bu savaşta, Ayşe’nin ordusundan dönerken yolda öldürülen Zübeyr ile savaşta vurulan Talha’nın da bulunduğu 13.000 kişi, Ali’nin ordusundan da 2.000 kişi olmak üzere 15.000 Müslüman öldü. Tüm bu olanlar ise, Ebu Bekir’in kızı Ayşe’nin öteden beri, Hz. Ali’ye karşı beslediği düşmanlığın sonucudur. Çünkü Beni Mustalik gazvesi sırasında Ayşe için bir söylenti yayılmıştı. Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin ne düşündüğünü sorduğu zaman, Hz. Ali, Ayşe’den şüphelendiği için değil, sırf Peygamber’in şerefine gölge düşmesin diye “durumu bir inceletin” demişti. Hz. Ali’nin bu sözüne içerleyip, Hz. Ali’ye karşı kin beslediğindendir.

 

 

                                                             

                                                      Alevi İslam İnanç Hiz. Başkanlığı

                   

 

 

 

 

 

 

 

      

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HZ. ALİ’NİN HALİFELİĞİ VE MUAVİYE  (3. GÜN

 

Hz. Ali, Hz. Muhammed’in ebedi âleme göçüşünden 25 yıl sonra, halifelik makamının başına geçmiştir. Hz. Ali’nin halifelik dönemi 5 yıldır.

Üçüncü halife Osman’ın öldürülmesinden sonra, halifelik makamı yedi gün boş kaldı, bunun üzerine sahabeler Hz. Ali’ye başvurdular. Hz. Ali’ye biat etmek istiyorlardı, çünkü Hz. Ali, Hz. Muhammed’in ahlak’ın, doğruluğun, adaletin bir mümessiliydi.

Hz. Muhammed Efendimiz, Muaviye hakkında: O’nu aranızdan üç menzil uzağa sürün ve hiç kimse onunla görüşmesin. Ayrıca benden sonra her hilafete gelen bu vasiyetimi yerine getirsin demişti. Böylece Muaviye, Medine’den üç menzil bir mesafeye sürülmüştü. Hz. Peygamber’in Hakk’a yürümesinden sonra hilafete gelen Halife Ebu Bekir ve Halife Ömer, Peygamber’in vasiyeti üzerine Muaviye’yi üçer menzil uzağa sürdüler. Ancak hilafet Osman’ın eline geçince, Muaviye’yi, üç menzil uzaklaştıracağı yerde, Ebu Bekir’in oğlunu Şam beyliğinden alıp, yerine akrabası olan Ebu Süfyan’nın oğlu Muaviye’yi atayarak, onurlandırdı.

Bunu duyan sahabeler, Hz. Ali’ye gelerek: “Ya Ali! Bu nasıl bir iştir ki, Osman, Peygamber’in vasiyetini hiçe sayarak, üç menzil uzağa süreceği Muaviye’yi, Şam beyliğinin başına getirdi? Halk bu duruma büyük tepki gösteriyor” dediler. Daha sonra da Hz. Ali’nin uzak doğuda bulunduğu sırada, halife Osman’a karşı olan sahabeler, ayaklanarak, yetmiş iki bölüğe ayrıldılar. Ebu Bekir’in oğlunun kumandasında bulunan bir bölük, şehre girerek halife Osman’ı öldürdüler. Halife Osman’ın öldürülmesi sırasında Hz. Ali, Uzak Doğu’dan henüz yeni dönmüştü.

 

         Halife Osman’ın ölümü, ani olduğu ve yerine tahin edemediği için. Sahabeler Hz. Ali’ye gittiler halife olması için biat etmek istediler ve Hz. Ali gelenlere şöyle buyurdu: Size emir olmaya ihtiyacım yok, kimi isterseniz ona biat edin, ben de razı olurum ve bırakın beni, benden başka birini arayın bulun. Çünkü görüyorum ben bu işin sonunda çok işler var, çok renklere boyanacak bu iş öyle bir hale gelecek ki yürekler dayanamayacak, akıllar almayacak. Çevre süslendi delil inkâr edilir oldu, davetinize uyarsam neye uğrayacağımı biliyorum. Beni bırakırsanız, bende içinizden biri gibi olurum, kimi emir yaparsanız onu dinlerim ve ona biat ederim. Benim size vezir olmam, emir olmamdan daha hayırlıdır sizin için diye konuştu.

         Sahabe Hz. Ali’ye biat etmekte ısrar ediyordu. Talha ile Zübeyir de aralarındaydı ve diyorlardı ki, insanlara mutlaka bir İmam lazım, senden başkasına razı değiliz biz. İslam da en öndesin, Resülullah’a yakınlıkta senden ileri kimse yok, bu işte senden başka kimsenin hakkı olamaz, yani bu hakk senindir. Evet, hakk sahibine gelmişti; artık bu hakkı kabul edenler vardı. Nitekim Hz. Ali’nin yolunda, hakk yolunda canlarını feda ettiler. Fakat Hz. Ali ileriyi görüyordu, ona çekilmek üzere bilenmiş kılıçlar kınlarından çekilmek, ona atılmak için hazırlanmış oklar yaylarında gerilmek üzereydi.

Ancak başka çare de yoktu, İslam’ı da dağınık bırakamazdı, mecburen kabul etti. Hz. Ali’ye biat edildikten sonra, Malik ül-Eşter ayağa kalkmış yüksek sesle; Ey insanlar, Bu vasilerin vasisi, Peygamberlere ait bilgilerin varisi, pek büyük şeylerle sınanmış, zahmet ve meşakkatlere katlanmış bir zattır. 

 

Hz. Ali, halkın iradesiyle ilk olarak ve gerçek bir seçimle halifeliğe getirilmişti. Bu gelişmelerden sonra Şam’da bulunan Muaviye, fitne hareketlerine başladı ve: “Ben Osman’nın gerçek akrabasıyım, halifelik benim hakkımdı. Hz. Muhammed, vefatından önce halifeliğe beni vasiyet etmişti” diyerek halkı aldatmaya başladı, hatta düzmece hadisler uydurarak halkı kandırdı.

 

Muaviye, halkı Hz. Ali’den soğutmak için her türlü çareye başvuruyordu. Hatta iki defa ordusuyla Hz. Ali’nin üzerine geldi ve her ikisinde de bozguna uğradı. Muaviye’nin hilafet uğruna yapmış olduğu zulümlerin sonu gelmiyordu. Sahabenin ısrarı üzerine Hz. Ali, nihayet asi Muaviye’ye bir ders vermek için savaşmaya karar vermişti.

 

SIFFİN (SIFFEYN) SAVAŞI

 

Hz. Ali’nin ordusu ile Muaviye’nin ordusu, 26 Temmuz 657 tarihinde Şam yolu üzerinde bulunan “Saffeyn” mevkiinde karşı karşıya geldiler.

Hz. Ali, Muaviye’ye: “Bilirim, senin bize olan düşmanlığın, tamamen şahsidir, gel boş yere Müslüman kanı akıtmayalım. Sadece ikimiz meydana çıkıp teke tek çarpışalım” dedi. Fakat Muaviye bunu kabul etmedi, iki ordu arasında şiddetli bir savaş başladı ve her iki taraftan da bir hayli zayiat verilmişti. Muaviye kuvvetleri Hz. Ali kuvvetleri karşısında bozguna uğramışlardı.

 

Ancak yenileceğini anlayan Muaviye, çeşitli hilelere başvurmaya başladı. Sonunda Muaviye’nin kumandanı Amr bin As’ın, bir hilesiyle ordu toparlanmıştı. Muaviye’nin kumandanı Amr bin As, Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna taktırarak Hz. Ali’nin kuvvetlerinin önüne çıktı ve: Siz ve biz, birbirimizi yok ettikten sonra, İslam yurdunu kim koruyacak? Tanrı’nın kitabı Kur’an, aramızda hakem olsun diye haber gönderdi. Bu durumu gören Hz. Ali’nin yanında savaşan hariciler, Allah’ın kitabına uymalıyız diyerek savaşmaktan vazgeçmek istediler ve Hz. Ali’ye: Ya Ali! Kur’an’a uy, yoksa seni onlara teslim ederiz ya da Osman’a yaptığımızı sana da yaparız diyerek ayaklandılar.

 

O vakit Hz. Ali, Bu bir hiledir, gerçek Kur’an biziz, ben Kur’an’ı Natık’ım diyerek Muaviye’ye karşı savaşmalarını istedi. Sonunda Muaviye taraftarlarının dediği oldu ve her iki tarafta, hakeme gidilmesine karar verdiler.

Hakem Olayı: Her iki hakem, Hicretin 35. yılı Şaban ayı içerisinde Şam civarındaki Ezruh şehrinde buluştular.

Hz. Ali’nin Hakem’i Ebu Musa, Muaviye’nin hakemi ise Amr bin As idi. Her iki taraftan da dörder yüz kişi, tanıklık etmek üzere gelmişti.

Bu arada iki kişi, kılıçlarını çekerek, “hüküm Allah”ındır diyerek, Muaviye taraftarlarına saldırdılar. Bu iki kişi, derhal öldürüldü, ancak bu söz, haricilerin parolası haline geldi.

 

Barış kâğıdının başına yazılacak olan: “Emir’ül-Mümin’in Ali ile Muaviye arasında” cümlesine Amr bin As, itiraz etti. Muaviye yanlıları, “Biz Hz. Ali’yi müminler emiri olarak kabul etmiyoruz, yalnız adı yazılsın” dediler. O vakit Kays oğlu Ahnef: Ey Emir-ül Mümin’in! Halk birbirini kırsa bile bu sözü sildirme diye yalvardı. Orada bulunan Eş’as ise, “sildir şu sözü” diye bağırdı. O vakit Hz. Ali, Ey Sübhan Allah! “Hudeybiyye şartını yazarken de bu iş, Resûlallah’ın başına gelmişti, aynı şey şimdi de benim başıma geldi dedi. Bunun üzerine anlaşmanın altına sadece Hz. Ali’nin ve Muaviye’nin isimleri yazıldı. Üzerlerinde Muhammed’ür Resûlallah yazılı mühürle de mühürlendi.

 

Her iki hakem arasında görüşmeler başlayınca, Muaviye’nin hakemi Amr bin As, Hz. Ali’nin hakemine, “Gel her ikisini de azledelim. Halk, güvenilir bir başkasını halife seçsin” diyerek Ebu Musa’yı ikna etti ve kürsüye önce Ebu Musa’yı çıkardı.

Önce kürsüye çıkan Ebu Musa, Biz Amr bin As ile anlaştık, şu parmağımda bulunan hilafet yüzüğünü, parmağımdan çıkarıyorum ve böylece Ali’yi azlediyorum. Amr bin As’ta Muaviye’yi azledecek. Böylece sizler de aranızdan güvenilir birisini halife seçiniz dedi ve kürsüden indi.

 

Bunun ardından Muaviye’nin hakemi Amr bin As, kürsüye çıkarak: “Ebu Musa’ın sözlerini duydunuz, Ali’yi azletti. Ben de Ali’yi azlettim ve Ebu Musa’nın parmağından çıkardığı hilafet yüzüğünü Muaviye’nin hakemi olarak parmağıma takıyorum ve böylece beni kendisine hakem tayin eden Muaviye’yi halife tayin ettim. Çünkü Muaviye, Osman’ın varisidir, halifelik en çok onun hakkıdır” diyerek Muaviye’yi halife tayin etti.

Ebu Musa, kandırılmıştı. Hatasını düzeltmek istediyse de muvaffak olamadı. Çünkü Ebu Musa’yı, hiç kimse dinlemedi. Sonuç olarak Muaviye, hilafeti ele geçirerek Şam’a yerleşti.

 

Aslında bu iki hakemin seçilmesi, daha doğrusu atanmasının nedeni, Müslümanlar arasında kan dökülmesine yol açan savaş halinin kaldırılması, ortaya çıkmış olan sorunlara Kur’an’daki hükümlerin uygulanması idi.

Hz. Ali’nin halifeliği kesinlikle tartışılamazdı. Çünkü Hz. Ali, Medine’de Muhacirler ve Ensar tarafından seçilip kendisine biat edilmişti. Hakeme başvurulması, aslında Hz. Ali aleyhine değil, belki Muaviye’nin aleyhine idi.

 

Ancak Amr bin As’ın, Ebu Musa’yı kandırıp, Muaviye’yi hilafete getirmesi üzerine, Haricilerden bazı kimseler gelip Hz. Ali’nin önünde: “Lâ hükme illa lillah” demişlerdi. Hatta Hz. Ali’ye: “hakemden dön, bizi alıp düşmanın karşısına çık, ölünceye kadar onlarla dövüşelim” demişlerdi.

HZ. ALİ’NİN ŞEHADETİ                                                                                         Hazret-i Ali, Muaviye ile savaşmanın artık kaçınılmaz olduğunu anlamıştı. Ancak Muaviye’nin üzerine yürümeden önce haricilerin işledikleri kanlı cinayetlere bir son vermek gerekiyordu.  Bunun için Hz. Ali önce Nehrivan’a gitti. Maksadı tuttukları bu yolun yanlış olduğunu ve boş yere kardeşkanı döktüklerini, kendilerine anlattı ise de ikna olmadılar.                                                                                                            Haricilerle Hz. Ali arasında savaş kaçınılmaz olmuştu.

 

Ancak, 4000 kadar olan haricilerden pek çoğu, “Biz Ali ile savaşmayız” diyerek, topluluktan ayrıldılar. Geriye kalan 1800 civarındaki hariciler, 17 Temmuz 658 yılında Nehruvan’da Hz. Ali’ye karşı savaşa girdiler ve ancak 8–10 kişi sağ kurtulabildi. Hazret-i Ali, Nehrivan savaşından sonra Muaviye’nin üzerine yürümek üzere planlar yapıyordu. Bu sırada bazı kimseler de, “Hz. Ali ile Muaviye ortadan kalkarsa, yeryüzünde fesat kalmaz” diye aralarında planlar yapıyorlardı.

Aslen Mısır’lı olan Abdurrahman bin Mülcem, “Ben Ali’nin hakkından gelirim” dedi. Orada bulunan Berk bin Abdullah da Muaviye’nin işini bitirmeyi üzerine aldı. Yine orada hazır bulunan Amr bin Bekr ise, Amr bin As’ın da bunlardan aşağı olmadığını ve onun da öldürülmesi gerektiğini teklif etti ve bu görevi kendisi aldı.

 

         Bu üç kişi, Ramazan ayının 17. nci günü görevlerini yerine getirmek üzere anlaştılar ve her birisi kendi bölgesine gitti.

Bunlardan Abdurrahman bin Mülcem Küfe’ye geldi ve bazı kimselerle görüşüp niyetini onlara açıkladı. Bu arada Hz. Ali tarafından Nehrivan’da babası ve kardeşi ile birlikte on civarında yakınını kaybeden Kutame adında çok güzel bir kadınla tanıştı. Hiç vakit kaybetmeden bu kadına evlenme teklifinde bulundu. Kadın, bu teklifini bir şartla kabul ederim, teklifim, 3000 dirhem para, bir köle, bir cariye ve Hz. Ali’nin öldürülmesi” dedi.

 

İbni Mülcem, İlk üç şeyi kabul ediyorum, ancak Ali’nin öldürülmesini, kabul edemem, bunu yapan kimse sağ kalamaz” dedi.

Kadın, Eğer Ali’yi öldürürsen, seninle birlikte yaşarız. Eğer öldüremeyip de kendin öldürülürsen, Tanrı katında elde edeceğin nimetler, dünya nimetlerinden çok daha hayırlıdır cevabını verdi. İbni Mülcem de: “Ben de zaten Ali’yi öldürmek için buraya geldim” diyerek, sakladığı sırrını açıkladı. Öcünün alınacağını anlayan Kutame, Mülcem’e yardım etmek üzere Şebib ve Verdan adındaki şahısları buldu. Bu üç namert, 661 yılı Ramazan’ın 19. ncu günü Hz. Ali’yi ortadan kaldırmanın planlarını yapıyorlardı. Tüm bu olanlar, Ali’ye malum olmuştu.

 

Hz. Ali, yattığı yerden ter içinde uyandı, gördüğü rüyanın etkisiyle etrafına bakındı. Rüyasında Hz. Resûlallah’ı görmüştü, kendisiyle beraberdi, Hasretlik bitti diyordu. Resûlallah ile kucaklaşırken,

çıkardığı kendi sesinin gürültüsüne uyanmıştı. Yataktan kalkıp oturdu ve bir müddet sonra tekrar ayağa kalktı ve tek tek çocukların yanına gitti, doyasıya yüzlerine baktı. Bu sırada Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’de uyanmışlardı. Babalarını solgun görünce: “Nedir bu halin baba, rahatsız mısın” diye sordular. Hz. Ali: “Hayır! İyiyim” diye cevap verdi. Ve daha sonra gördüğü rüyayı anlattı, Hakk’a ulaşacağı günlerin yakın olduğunu söyledi. Bu haberi duyan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, pek çok müteessir oldular.

İbni Mülcem’in günlerdir evliyalar Şahı’nı ortadan kaldırmanın planlarını yaptığı, kendilerine malum olmuş gibiydi.

 

Aslında Hz. Ali, olacakların farkına varmıştı, ama akacak olan kanın önüne geçilemezdi, korunmayı dahi düşünmedi. Nasıl korunabilirdi ki, zaten halkla iç içe yaşıyordu, kimseye bir kötülüğü dokunmamıştı ki korksun. O keremler sahibi Şah-ı Merdan, tüm yakınlarını toplayıp şöyle bir vasiyette bulundu: Evlatlarım! Ben kısa bir zaman sonra aranızdan ayrılacağım. Ben Hakk’a yürüdüğüm zaman, yüzü yeşil peçeli ve sırtında matem elbisesi olan bir kişi gelip beni yıkayıp, kefenleyip, bir ceviz tabuta koyduktan sonra, deveye yükleyecektir.

Beni yıkarken oğlum Hasan suyumu ısıtacak, oğlum Hüseyin de su dökecek, diğer yavrularım da kendilerine düşen görevi yerine getirecekler. Sakın ola ki, yüzü peçeli kişiye soru sorup taciz etmeyin. O, benim cenazemi götürüp Necef diyarında defnedecektir diyerek vasiyetini tamamladı.

 

İmam Ali çok az uyurdu, şafak sökmeden kalkar, ibadetini yapardı. Aslında o gün de diğer günlerden farksız bir gündü. Yine her sabah olduğu gibi erkenden kalktı, ibadetaneye gitmek üzere evden ayrılırken, İmam Hasan ve İmam Hüseyin’e hediye olarak getirilen kazlar, feryat ederek sanki gitme dercesine eteğinden çekiyorlardı. Kazların bu hareketine mani olmak isteyenlere, “Bırakın onları, onlar ağlayanlardır” demişti. Ve daha sonra da kazları elleriyle sevip okşadıktan sonra da evden ayrıldı.

 

Hz. Ali’nin dışarı çıktığını gören İbni Mülcem, saklandığı yerden çıkarak,  elindeki zehirli kılıçla Hz. Ali’yi ağır yaraladı. Hz. Ali, yere düştüğü zaman: “Andolsun âlemleri Rabbine” buyurmuştu. Aynı anda Berk bin Abdullah da Şam’da Muaviye’yi yaraladı, fakat Muaviye aldığı bu yaradan ölmeyip sağ kurtuldu. Üçüncü harici ise, Amr bin As’ın yerine yanlışlıkla bir başka kişiyi öldürmüştü. Hz. Ali’yi yaralayan İbni Mülcem, kısa zamanda yakalanıp getirilmişti.

Hz. Ali, karşısına getirilen İbni Mülcem’e, “Ey Allah’ın düşmanı! Ben sana iyilik etmedim mi?” dedi.

Mülcem: “Evet, iyilik ettin” dedi. Hz. Ali: “Peki, bu yaptığın soysuzluk nedir?” diye sordu.

İbni Mülcem: “Ben bu kılıcı, kırk gün zehirle biledim, Allah’tan, bu kılıçla halkın en kötüsünü öldürmesini istedim” diye cevap verdi. Hz. Ali de: “Öyle ise sen de bu kılıçla öldürüleceksin” buyurdular.

 

Hz. Ali, aldığı bu yaraların etkisiyle, 21 Ramazan 661 yılında Hakk’a yürüdü.

Başka bir rivayete göre de Hz. İmam Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e şöyle bir vasiyet etmişti: “Beni bir tabuta koyup, Garibeyn diye anılan bir yere götürün. Orada zümrüt renkli bir taş vardır. Benim gömüleceğim yer, bu taşın altıdır.” Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, babalarının vasiyetini yerine getirip, hâlâ bu isimle meşhur olan yere naaş’ını defnettiler, bir takım kötü niyetli kimselerin zarar vermemesi için de kabrin bulunduğu yeri gizlediler.

Harun Reşit zamanına kadar gizli kalan o “Şah-ı Velayet”i makamı, Harun Reşit tarafından tesadüfen meydana çıkarıldığı, rivayet edilmektedir.

 

Erenlerin evliyaların piri

Eyvah Şah-ı Merdan şehit oldu ya

Âşıkların maşukların serveri

Eyvah Şah-ı Merdan şehit oldu ya

 

Arslan olan miraç yolunda yatan

Mancınıkla kendin Hayber’e atan

Kurdun kuşun nasibini dağıtan

Eyvah Şah-ı Merdan şehit oldu ya

 

      

 

                                                               

                                                     Alevi İslam İnanç Hizmetleri Başkanlığı

                    

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HAZRET-İ İMAM HASAN      (4. Gün)

 

Hazret-i İmam Hasan, Hz. Ali’nin büyük oğludur. Anası Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fatıma’dır. 15 Ramazan 624 yılında doğmuş ve 28.03.670 yılında Hakk’a yürümüştür. İmam Hasan’ın şerefli künyesi Ebû Muhammed, lâkabı Naki ve Tevfik’tir. Sahife-i Rızaviye’de Esma bint-i Amis, şöyle nakleder: “İmam Hasan doğduğu zaman ben onu kehribar renkli bir hırkaya sarıp, Hz. Peygamber’in huzuruna götürdüm.” O vakit Hz. Peygamber: “Ey Esma! Ben sana defalarca evladımı sarı hırkaya sarma demedim mi?” buyurdular. Bunun üzerine ben de, aldığım bu emir üzerine İmam Hasan’ı kâfur renginde bir hırkaya sarıp Hz. Peygamber’in mübarek eline verdim.

 

Hazreti Resul, Hz. Ali’ye: “Ya Ali! Bu çocuğa ne ad koydunuz?” diye sordu. O vakit Hz. İmam Ali: “Ya Resulallah! Evladıma isim vermekte sizden önce davranamazdım, ama hatırıma gelir ki, müsade olursa “Harp” veyahut Hamza adını vereyim!”

Hz. Peygamber: “Allah’ın hükmü, her hükümden evveldir!” dedi. Bunun ardından Cebrail-i Emin gelip: “Ya Resulallah! Cenab-ı Hakk, Ali sana Musa’ya nisbetle Harun derecesindedir. Onun oğlunun adını versin buyurdu” dedi. O vakit Resulallah: “Onun adı ne idi?” diye sordu. Cebrail: “Şeper’dir! Şeper, Süryani dilinde “Hasan” demektir” dedi. Böylece ismini Hasan koydular.

HZ. İMAM HASAN’IN HALİFELİĞİ

 

Hz. Ali, Ramazan ayının 21’nde yani 24 Ocak 661 günü Hakk’a yürümüştü. Hz. İmam Hasan, babasının defninden sonra Ramazan ayının yirmi beşinci günü Küfe Mescidinde halka şöyle seslendi: “Ey Küfeliler! Aramızdan öyle bir zat Hakk’a yürüdü ki, Resulallah’tan başka, ne evvel gelenler içinde onun derecesini aşan vardır; ne sonra gelecekler arasında bulunur. O, Resulallah’ın mahiyetinde savaşır, canıyla onu korurdu. Cebrail sağında, Mikail solunda giderdi onun. O, Allah’ın izniyle, gittiği her yeri fethetmeden dönmezdi. Meryem oğlu İsa’nın göğe ağdığı, Musa’nın vasisi Yüşa’nın vefat ettiği, Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhe ve sellem) Kur’an’ın indiği gece, vefat etti o.” Hz. Hasan, bunları söylerken, dayanamayıp ağlamaya başladı. Kendisini dinleyen halk da dayanamayıp ona uydular.

 

Hazreti İmam Hasan, sözlerine devam ederek: “Ey Müminler! Beni bilen bilir, bilmeyen bilsin ki ben Hz. Ali’nin oğlu Hasan’ım. İnsanlara müjde verenin, Allah’ın Resulü, Muhammed’in oğluyum ben. Allah’ın izniyle insanları Allah yoluna çağıranın oğluyum ben. Ben ki o Ehl-i Beyt’tenim, o Ehl-i Beyt ki, Cebrail evimize inerdi, yine evimizden göğe çıkardı. Ben o Ehl-i Beyt’tenim ki Allah, her türlü kötülüğü giderdi onların üzerinden, tertemiz etti onları. Ben o Ehl-i Beyt’tenim ki, Allah, onları sevmeyi, İslam alemi için farz kıldı. Cenab-ı Allah Kur’an’da: “De ki, sizden tebliğime karşılık, sadece Ehl-i Beyt’imi sevmenizi isterim” buyuruyor.

Ben ki, işte o Ehl-i Beyt’tenim” mealinde uzunca bir hutbe okudu.

Söz buraya gelince, Abbas’ın oğlu Abdullah, ayağa kalktı; “Ey insanlar! Bu Hasan, Peygamber’inizin oğludur, imamınızın oğludur. Ona biat edin” dedi. Bunun üzerine ölünceye dek kendisinden ayrılmayacaklarına dair söz vererek, Hz. Ali’ye biat eden 40. 000 kişi, bu defa, O’nun oğlu Hz. İmam Hasan’a biat ettiler. Irak, Mekke, Medine Hicaz ve Yemen halkı da sağlı-ğında Hz. Ali’ye bağlı oldukları gibi, şimdi de oğlu Hz. Hasan’a biat ettiler.

 

Hakem kararından sonra Şam halkı, Muaviye’ye biat etmiş oldukları için yalnız Suriye ve Mısır eyaletleri Hz. Hasan’a yapılan biatın dışında kaldılar. Hz. Ali’nin vefatını duyan Şam halkı, önce “Emirüş-Şam” olarak biat etmiş oldukları Muaviye’ye, bu kez “Emir’ül-Mü’minin” yani halife olarak biatlarını yenilediler. Aslında Hz. İmam Hasan, beşinci halifedir. Çünkü 6 ay müddetle bu görevinde kalmıştır.

 

Muaviye, Irak halkının Hz. Hasan’a biat ettiklerini duyunca, 60.000 kişilik bir kuvvetle Irak üzerine yürüdü. Öte yandan İmam Hasan da 40. 000 kişi ile Küfe’den çıkıp önce Deyr-i Abdurrahman adlı yerde konakladı. Daha sonra da Medine’ye geldi. Burada da yanındakilere şöyle seslendi: “Ey ahali! Siz barışta ve savaşta ayrılmamak üzere bana biat ettiniz. Benim bu dünyada hiç kimse ile kavgam ve düşmanlığım yoktur. Doğudan batıya kadar da hiç kimseden incinmişliğim yoktur. Benim katımda güvenlik, barış ve iyi ilişkiler, kırgınlık ve düşmanlıktan daha önemlidir.”

 

Askerin içinde Hz, Ali’ye ve kendisine candan bağlı olanlar olduğu gibi, “hariciler” de yani ikiyüzlü olanlar da vardı. Hz. Hasan’ın bu sözleri üzerine: “Baban hilafeti Muaviye’ye teslim etti. Sen de mi aynı şeyi yap-mak istiyorsun?” diyerek tepki göstermeye başladılar. Hatta İmam Hasan ’ın ordusundan ileri gelenlerinden pek çok menfaatperest dünya menfaat-leri karşısında ve para karşılığı saf değiştirip Muaviye tarafında yer almış-lardı. Geri kalanlarının da İmam Hasan’ın çadırlarını yağma etmesi ve İmamın eşine ait tüm ziynet eşyalarının yağmalanmaları sonucu, İmam Hasan, Muaviye ile bir antlaşma yapmak zorunda bırakılmıştı.

 

Durumun kötüye gittiğini gören İmam Hasan, Muaviye’ye haber göndere-rek, bazı koşullarla halifeliği kendisine bırakacağını bildirdi. Bazı tarihi kay-naklarda değişik şekilde verilmiş olsa da bu koşullardan bazıları şunlardır:

1- Muaviye, Irak halkından olup, İmam Hasan’a bağlı olanlara hiçbir zarar vermeyecek,

2- Ehvaz Eyaleti’nin yıllık geliri, İmam Hasan’a ait olacak,

3- Peşin olarak kendisine 5 milyon, kardeşi Hüseyin’e de 2 milyon dirhem para verilecek ve ayrıca kendisine her yıl 200.000 dirhem maaş verilecek,

4- Muaviye, İmam Hasan’dan önce ölürse, halifelik İmam Hasan’a geçecek. Bazı kaynaklara göre ise, Muaviye’nin ölümünden sonra İmam Hasan’ın fikri alınmadan halife atanmayacak,

5- Hutbelerde, konuşmalarda ve toplantılarda Hz. Ali’ye ve yakınlarına küfür edilmeyecek.

Muaviye bu şartları kabul etti, ancak Hz. Ali’ye küfür edilmesi hususuna şerh getirdi. “İmam Hasan’ın bulunduğu meclislerde küfür edilmeyecek” şartını koydu. Tabi ki buna da uymadı. Hz. Ali ve yakınlarına yüzlerce yıl küfür edildi. Yine dördüncü maddedeki şarta da uymayarak, daha sağlığında oğlu Yezid’i kendisine veliaht seçme sevdasına kapılmıştı. İmam Hasan’ın halifeliği altı ay kadar sürmüştü.

 

HZ. İMAM HASAN’IN ŞEHADETİ

Muaviye, daha sağlığında oğlu Yezid’i hilafete getirmeyi kafasına koymuştur. Ancak, İmam Hasan’la yaptığı anlaşma buna manidir. Anlaşmaya göre, Muaviye’den sonra hilafet, İmam Hasan’ın hakkıdır. Bunun için de Hasan’ın ortadan kalkması gerekir. Muaviye bu durumu bildiği için hiç vakit kaybetmeden harekete geçer. İmam Hasan’ı ortadan kaldırması için, İmam Hasan’ın eşi Cu’de’yi, görevlendirir. Cu’de’ye, “Eğer İmam Hasan’ı zehirler, ortadan kaldırırsan; seni oğlum Yezid’e eş olarak alacağım” der.

 

Bu görevi alan İmam Hasan’ın eşi Cu’de, hiç vakit kaybetmeden işe koyulur. Birkaç defa İmam Hasan’ın yiyeceklerine ve içeceklerine zehir koyar. Ancak İmam Hasan’ın bünyesi çok güçlü olduğu için fazla tesir etmez. Bu durumdan şüphelenen İmam Hasan’ın kardeşi Zeynep, adeta kardeşinin gölgesi olmuştur. Su testisinin ağzını tülbentle bağlayıp mühürler. Geceleri de yanında kalır. Ehl-i Beyt’in üzerindeki kara bulutlar bir türlü dağılmıyordu.

 

Cu’de, İmam Hasan ve Zeyneb’in uyuduğu bir saatte gizlice içeri girer ve elindeki elmas tozunu, yani zehiri, su testisinin üzerindeki mühürü bozmadan tülbentin üzerinden testinin içine boşaltır. İmam Hasan uyanır, çölün bunaltıcı sıcağından ve susuzluktan dudakları çatlamıştır, su içmek ister. O vefekâr bacı Zeynep, derhal fırlar yerinden ve testinin mührünü kontrol eder, dokunulmamıştır. Doldurur verir suyu kardeşine, ancak bu su İmam Hasan için şahadet şerbeti olmuştur. Ehl-i Beyt’ten bir ışık daha sönmektedir. Zehir tesirini göstermiştir. İmam Hasan: “Ah! Bu su nasıl bir sudur ki, içime ateş saldı, ciğerlerim parçalanıyor” der ve derhal Hz. Hüseyin’i çağırmalarını söyler.

 

Çarkı felek geçmedi nazından

Yetim yavrulardan körpe kızından

Ciğerleri bölük bölük ağzından

Dökülmüş de gider İmam Hasan’ım

 

Ehl-i Beyt’in evinde yine feryatlar yükselmektedir. İlâhi tecelliye bakın ki, İmam Hasan’ın rengi, yemyeşildir. Ateş ve ağrı içinde inim inim inlemektedir. İmam Hüseyin, yanına gelince başını kucağına alır, İmam Hasan: “Ey kardeşim! Rüyamda dedemi gördüm. Dedem: Ey oğul! Sana müjde olsun. Belâ öksesinden ve zemane mihnetinden kurtuldun, yarın benim huzurumda olacaksın dedi, der. O vakit Hz. İmam Hüseyin, ağlamağa başlar.

İmam Hasan, Şahadet şerbetini içmeden önce son olarak kardeşi Hz. İmam Hüseyin’e: Ey kardeş! Çocuklarım sana emanet, onları boynu bükük bırakma, onlara sahip ol. Oğlum Kasım, kızın Fatma’ya tutkundur, onları sevgilerinden mahrum bırakma, onların iffetini koru.

Evlatlarımı sana ve seni de Vacib-ül Vücud olan Allah’a emanet eyledim! diyerek, vasiyette bulunur.

Sefer ayının yirmi dokuzuncu gecesidir, geceler karanlık, geceler acımasız, geceler haindir. İmam Hasan, mübarek diliyle son sözlerini dile getirerek bekâ âlemine erişir.

 

Veda etti Yaranına eşine

Niyaz etti Şah Hüseyin’in başına

Kudret melekleri gelmiş peşine

Takılmış da gider İmam Hasan’ım

 

Cude bu kargaşadan istifade edip, Muaviyenin sarayına kaçar ve olanları anlatır. Muaviye, bunu İmam Hasan gibi birine yapan biri benim oğluma da yapar diye Cude’nin başını vurdurur.

İmam Hasan’ın cansız bedeni, kardeşi İmam Hüseyin’in kucağındadır. Feryatlar gecenin karanlığında kaybolur, İmam Hüseyin ve Ehl-i Beyt taraftarları, İmam Hasan’ın mübarek naaşını, dedesi Hz. Muhammed’in kabri civarında defnetmek isterler. Ebu Bekir’in kızı Ayşe bir katıra binerek, taraftarlarıyla birlikte cenaze alayının önünü keser. Cenaze alayında bulunanlar:

- Ya Ayşe! Maksadın nedir?

Ayşe:

- Ravza-i Mutahhara civarına kimseyi defnettirmem.

Cenaze alayında bulunanlar:

-Ya Ayşe! Kimse dediğin kişi, Hz. Peygamber’in göz bebeklerinden biridir. Bir zamanlar deveye bindin, Hz. Ali’ye muhalefet ettin, şimdi de katıra binip, bu şehidin önünü kesersin?

 

İçleri kan ağlayan Ehl-i Beyt taraftarları, şehidin tabutunu alıp yürürler. Kılıçlar çekilir, oklar gerilir. Yine vahşet kopmuştur. Atılan oklar, cansız bedene saplanır. İmam Hüseyin, öne atılır: “Ey Allah’tan korkmaz, Resul’den utanmazlar! Bir şehidin cenazesine bile ok atıyorsunuz. Hangi dinde görülmüştür bu zulüm? Peygamber’in Ravza-i Pak’ine kimseyi gömdürmeyiz, diye güya ona saygı gösteriyorsunuz. Diğer taraftan da onun ailesinin cansız bedenine ok atıyorsunuz. Saygı bu mu? Ehl-i Beyt düşmanlığınız ne zaman bitecek? İslam arasındaki bu bozgunculuk ne zaman sona erecek? Ben kimsenin kanının dökülmesini istemiyorum. Bizi seven peşimizden gelsin.”der, cenaze alayı döner, Bakiy Mezarlığına ve anası Hz. Fatma’nın yanındadır artık İmam Hasan…

 

 

 

Hz. İmam Hasan’ın Hakk’a yürümesinden sonra Muaviye’nin gözüne girmek isteyen bazı kimseler, hiç vakit kaybetmeden oğlu Yezid’in veliahtlığını ilân etmesini istediler. Ancak Muaviye: “Bu işe kalkarsam buna engel olacak kişiler çıkacaktır” diye cevap verdi.

Bu defa Mugire, “Bu işi sen bana bırak, Küfe halkını ben yola getiririm” dedi.  Muaviye, bu düşüncesinde kendince haklıydı.

Çünkü bu defa da en büyük engel olarak Hz. İmam Hüseyin’i görüyordu. Muaviye, yanılmamıştı, düşündüğü gibi onun bu teşebbüsüne mani olacak dört kişi vardı ve bunlar: İmam Hasan’ın kardeşi Hz. Hüseyin, halife Ömer’in oğlu Abdullah, Zübeyr bin Avvam’ın oğlu Abdullah ve halife Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman idi. Ancak Abdurrahman kısa bir zaman sonra vefat etmiş, üç kişi kalmışlardı.    

 

 

                                                      

                                                      Alevi İslam İnanç Hizmetleri Başkanlığı

                      

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HZ. İMAM HÜSEYİN VE HAYATI (5. GÜN)

 

Hz. İmam Hüseyin, Hz. Ali ile Hz. Fatımatü’z-Zehra’nın ikinci oğludur. Hz. İmâm Hüseyin’in künyeleri; “Ebû Abdullah”, lâkapları; “Sıbt, Şehit, Tâbi-i li-emrillah yani Allah’ın emrine uyan”dır. Hz. İmam Hüseyin, yaklaşık olarak 10 yıl imamet makamında bulundu. 54 yaşında iken Beşir (Şimir), tarafından 10 Muharrem 680 günü Kerbela’da şehid edildi. Hz. İmâm’ın 5 erkek, 3 kız olmak üzere 8 evlâtları olmuştur. Erkek evlâdının üçünün adı Ali’dir; içlerinden sadece Ali Zeynel Abidin, kendilerinden sonra hayatta kalmış ve soyları Hz. İmâm Zeynel Abidin’den yürümüştür.

 

İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’den bu yana 10 Muharrem günü, İslâm âlemi için hep kurtuluş ve sevinç günü olmuştur. Pek çok peygamber, bu mübarek günde tehlikelerden kurtulmuş, düşmanlarını da helak etmişlerdir. Yalnız bir istisna yıl var ki, işte o sene yüreklerin tâ derinliklerine kadar kan damlamıştır.

 

O yıl öyle bir yıldır ki, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sallallahu âleyhe ve sellem) Efendimizin, yani İslâm âlemini aydınlatan bu nur güneşinin, Hakk’a yürüyüşünün ardından yarım asır dahi geçmemiştir. Bu nur deryasından feyz alan sahabelerin birçoğu henüz hayattadır. Ancak, o nur güneşinin yerinde, yani İslam âleminin başında iktidar hırsıyla gözü dönmüş olan Muaviye bulunmaktadır. Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye,  ölmeden önce oğlu Yezid’i, kendi yerine veliaht etme sevdasına kapılarak; Müslümanlardan oğluna biat etmelerini ister. Yani İslam tarihinin ilk saltanatını kurma çabasındadır.

 

Ancak onun bu teşebbüsüne, engel olabilecek iki kişi vardı, biri Hz. İmam Hasan’dır, diğeri ise Hz. imam Hüseyin’dir. İmam Hasan ile aralarında bir antlaşma vardır. Bunun önüne geçebilmek için de ilk iş olarak Hz. İmam Hasan’ı zehirleyerek şehit eder.

 

Muaviye’nin bu çabasına engel olabilecek tek kişi kalmıştır, o da Hz. İmam Hüseyin’dir. İşte bundan dolayıdır ki, Hazret-i İmam Hüseyin, çok önemliydi.  Hz. İmam Hüseyin’in önemi nereden geliyordu? İmam Hüseyin kim idi? Hz. İmam Hüseyin, Allah’ın Resulün torunudur. Allah’ın Resulü, O’nun için hiçbir zaman “torunum” dememiştir. O, İmam Hüseyin için devamlı olarak, “oğlum” diyordu.

 

Allah Resulü bir hadisinde: Hüseyin bendendir, ben Hüseyin’denim; Hüseyin’i seveni Allah sever buyurmuşlardır. Bu sözü söyleyen Allah Resulü, hiçbir zaman kendiliğinden söz söylememiştir. Cenabı Allah, Kur’an’da: Andolsun ki, Muhammed, sapmadı ve batıla inanmadı; O, arzusuna göre de konuşmaz. O’nun bildirdikleri, vahiy edilenden başkası değildir.” demektedir. (Necm S. A. 1.2.3.4) Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Hz. Muhammed’in; Hz. Hüseyin için söyledikleri, vahiyden başka bir şey değildi.

 

Bir defasında Hz. Resûl, Hz. Fâtıma’nın evlerinin önünden geçerlerken, Hz. İmâm Hüseyin’in ağladıklarını duyup, Hz. Fâtıma’ya: Bilmez misin ki onun ağlayışı beni incitir dedikleri bilinmektedir. Yine Allah Resulü, bir hadisinde: Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin iki efendisidir demiş; Babalarının, onlardan da hayırlı olduğunu buyurmuş ve onların; Arşın iki küpesi mesâbesinde olduklarını söylemiştir.

Hazreti İmam Hüseyin, yeni doğmuştur. Cebrail-i Emin gelir: Ey Allah’ın Resulü! Cenab-ı Allah, torunun Hüseyin’in doğumunu kutlamak için beni görevlendirdi,  torununun doğumu kutlu olsun der ve aynı zamanda baş sağlığı diler. Allah’ın Resulü: Ya Cabrail! Hüseyin’in doğumunu kutladınız, arkasından da baş sağlığı dilediniz, bunun anlamı nedir? diye sordu.

 

O vakit Cebrail: Ya Allah’ın Resulü! Bu torunun Hüseyin, senin düşmanların tarafından, Kerbela denilen yerde boğazı kesilerek şehit edilecek. Cenab-ı Allah, bunu da bildirmemi istedi diyerek, bu olayın nasıl ve ne zaman olacağını da bildirdi.

Bu haberi alan Hz. Muhammed, çok üzüldü ve ağlamaklı oldu. O vakit Hz. Peygamber’in yanında bulunan Hz. Ali de olayı öğrendi ve çok üzüldü. Hz. Ali (Keremullahu veche) eve gidince bu haberi Hz. Fatıma anamıza söyledi. Hz. Fatıma anamız, ağlayarak babasının yanına vardı ve bu haberi bir de onun ağzından duymak istedi. Allah’ın Resulü, duyduklarını olduğu gibi kızına anlattı.

Bu haberi bir de babasından duyan Hz. Fatıma: Ey babacığım! Bizim hiçbirimizin olmadığı o günde benim yavrum için kimler ağlayıp, yas tutacaklar diyerek, tekrar ağlamaya başladı.  O vakit gaipten bir ses: Ya Fatıma! Sen hiç merak etme, o vakit Muhammed ümmetinden öyle bir zümre olacak ki, dünya durdukça senin Hüseyin’in ve yakınları için gözyaşı dökecekler diyerek, Hz. Fatıma anamızı, teskin ediyordu.  Hz. Muhammed’in, bu iki göz nuru İmam Hasan ve İmam Hüseyin hakkındaki hadisleri oldukça fazladır.                   

 

HAZRETİ İMAM HÜSEYİN’İN İMAMET YILLARI

 

Hz. İmam Hüseyin, Hz. İmam Hasan’ın ardından kendisine bağlı olanların başında on yıl kadar imamet makamında bulundu. Yaklaşık altı ay dışında bu müddetin tümü Muaviye'nin hilafeti zamanında en zor koşullar ve en ağır baskılar altında geçti. Çünkü Hz. Muhammed’in getirmiş olduğu İslam ve dini yasalar, toplumdaki değerini kaybetmiş, Muaviye’nin getirdiği gayri adil yasalar, Allah ve Resulü’nün isteklerinin yerini almıştı. İkinci olarak da Muaviye ve yandaşları, her türlü yola başvurarak Ehl-i Beyt'i ve Ehl-i Beyt taraftarları ile Hz. Ali ismini ortadan kaldırmak, yok etmek istiyorlardı.

 

Muaviye, İmam Hasan’ın Hakk’a yürümesinden sonra Yezid’in veliahtlığı işini halka duyurması için Mekke valisi Velid’e mektup gönderdi. Bu kimseler, kendi bölge halkına durumu açıkladılar. Gittikleri her yerde tüm şehir halklarının biat ettiği söyleniyordu. Muaviye, durumdan memnundu, hatta Muaviye, bizzat kendisi kalkıp Mekke ve Medine’ye geldi, diğer şehir halklarını Yezid’in veliahtlığını kabul etmiş gibi göstererek, gittiği her yerde Yezid’in veliahtlık biatını sağladı. Sadece İmam Hüseyin, İbni Zübeyr ve İbni Ömer, Yezid’e biat etmediler.

 

Hicretin 58. yılı, yani Miladi 680 yılının Temmuz ayının ortalarında Muaviye öldü. Muaviye'nin ölmesi üzerine oğlu Yezid hilafet makamına geçti. Hilafeti eline alır almaz hemen muhtelif bölgelerin vali ve yöneticilerine mektuplar yazarak, onlara babası Muâviye'nin ölümünü bildirdi. Ayrıca kendisinin döneminde de bulundukları görevlerine devam edeceklerini bildirip, bu defa kendisine halife olarak halktan tekrar biat alınmasını istedi.

 

Aynı mevzuda bir mektup da yeni tayin ettiği Medine valisi olan Utbe’nin oğlu Velid’e gönderdi ve bir not da ilave edip, babası döneminde kendisine biat etmeyi kabul etmeyen üç meşhur şahsiyetten de biat almasını önemle istedi. Bu üç kişi ise: Hz. İmam Hüseyin,  Hattab Ömer’in oğlu Abdullah ve Zübeyir’in oğlu Abdullah idi.  Yezid, ayrıca şöyle bir uyarıda da bulunmuştu. Bu üç kişiden biat almak istediğin zaman onlara karşı sert davran, en ufak bir müsamaha gösterme ve biat etmedikleri sürece gözaltında bulundur, herhangi bir yere gitmelerine izin verme.

 

Utbe’nin oğlu Velid, Yezid'in mektubu kendisine ulaşır ulaşmaz, gece olmasına rağmen, Muâviye'nin önceki valisi olan Hakem’in oğlu Mervan’ı yanına çağırtıp, Yezid'in mektubu hakkında onunla istişare etti.  Mervan: "Muaviye'nin ölüm haberi şehirde yayılmadan önce bu üç kişiyi yanına çağır ve onlardan Yezid için kesinlikle biat al" dedi. Velid,  Mervan’ın bu önerisini uygun bulup, aynı gece bu üç kişiye memur göndererek, huzuruna çağırttırdı. Bunun üzerine Hz. İmam Hüseyin, yakın dostlarına: Velid gece vakti beni yanına çağırıyor; sizler de benimle beraber gelip kapının önünde bekleyin. Eğer içeride bir gürültü olursa, yani sesim yükselirse, içeriye girin dedi. Daha sonra hep birlikte Velid’in yanına gittiler. İmam Hüseyin içeri yalnız girdi; diğerleri kapının önünde beklediler.

 

İmam Hüseyin, Velid'in makamına geldiğinde, tahmin ettiği gibi, Muaviye ölmüştü ve halife olarak Yezid'e biat etmesi istendi.  İmam Hüseyin, Velid'e: "Benim gibi birisinin gizli olarak biat etmesi doğru değildir. Umarım ki sen de böyle gizli bir biata razı olmasın. Bütün Medine halkını, biatlerini yenilemek için davet ettiğinde, eğer biz de bu işi yapmaya karar alırsak, diğer Müslümanlarla birlikte biat ederiz." Dedi.

Velid,  Hz. Hüseyin'in bu cevabını yerinde bulup fazla ısrar etmek istemedi. Ancak, İmam Hüseyin, oradan ayrılmak üzereyken, orada hazır bulunan Mervan, gizlice Velid'e: "Eğer gecenin bu saatinde Hüseyin'den biat alamazsan, daha sonra kan dökülmedikçe onu biata zorlayamazsın. Kesinlikle buradan ayrılmasına müsaade etme ve biat etmezse, Yezid'in emrettiği gibi boynunu vurdur" diye uyardı.

 

İmam Hüseyin, Mervan'ın bu tutumunu görünce, ona hitap ederek: "Ey Zerka'nın oğlu sen mi beni öldüreceksin yoksa Velid mi? Yalan söyledin ve günah işledin diyerek, sert bir dille Mervan’a uyarıda bulundu. Daha sonra da Velid'e dönerek: "Ey emir! Bizler nübüvvet hanedanı ve risalet madeni, meleklerin sık-sık hanemize uğradığı ve Allah'ın rahmetinin kendilerine indiği kimseleriz.

 

Allah-u Teâlâ İslam'ı bizimle, yani Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhe ve Selemle) başlatmış, bizimle devam edecektir.

 Ama benden kendisine biat almak istediğin şahıs, yani Yezid,  şarap içen, elini suçsuz insanların kanına bulayan, ilahî düsturları ayaklar altına alan, alenen halkın gözü önünde fısk-u fücura başvuran bir şahıstır.  Acaba benim gibi bir kimsenin böyle fasid birine biat etmesi doğru olur mu? Bu hususta biz ve siz geleceği nazara almalıyız; o zaman da hilafet ve biat makamına, hangimizin daha lâyık olduğunu göreceksiniz. İmam Hüseyin Velid'in ümidini suya düşüren bu konuşmasından sonra oradan ayrıldı.

 

Hz. İmam Hüseyin buradan ayrıldıktan sonra dedesi Hz. Muhammed’in kabri başına gitti.

Hatib-i Harezmî'nin naklettiğine göre Hz. İmam Hüseyin, Velid'in meclisinden çıktı,  aynı gece doğruca dedesi Resulullah'ın haremini ziyaret etti, kabrinin kenarında durup ceddine: "Selam olsun sana ey Allah'ın elçisi, ben senin yavrun ve kızın Fatıma'nın oğlu Hüseyin’im. Ben ümmetinin arasında onların hidayeti ve önderliği için halife kıldığın torununum. Ey Allah'ın Peygamber’i, şahit ol ki senin ümmetin bana yardımda bulunmadılar, beni korumadılar. İşte bunlar, seninle yeniden görüşünceye dek var olan şikâyetlerimdir"  dedi.

 

Hz. İmam Hüseyin,  bir gece sonra, ikinci kez olarak dedesinin kabrini ziyaret edip,  şöyle dua etti: "Allah'ım! Bu senin Peygamberi’nin kabridir, ben ise Peygamber’inin kızı Fatıma'nın oğluyum. Şu anda sana da malum olan bir olayla karşılaşmış bulunuyorum. Allah'ım! Ben iyiliği severim, kötülükten hoşlanmam. Ey celal ve ikram sahibi olan Allah’ım! Bu kabri ve içerisindeki yatan şahsın hürmeti hakkı için benim için,  senin ve Peygamber’inin rızasına uygun olan yolu mukadder kıl." dedikten sonra annesi Hz.Fâtıma’tü Zehrâ’nın ve “Ehl-i Beyt’in” kabirlerini ziyaret edip, oradan ayrıldı.

 

 

 

Küfe’liler İmam Hüseyin’e mektup yazarlar.

Asr-ı Saadet dönemini yani Hz. Peygamber Efendimizin 23 yıllık hilafet dönemini gören insanlar, bu zulümden rahatsız oluyorlardı. Bir çıkış yolu arıyorlardı. Hz. Ali devrinde başşehir yapılan Kûfe şehrinin ahalisi de hemen, hemen topluca imzalı mektuplar göndererek, Peygamber Efendimizin muazzez torunu Hz. Hüseyin’i,  davet ettiler. O’nun halife olmasını istediler. Hz. Hüseyin’in Yezid’e biat etmeyip Mekke’ye gideceğini haber alan Kûfeliler’den bilhassa Şebes b. Rib’î ve Süleyman b. Surad gibi bazı ileri gelenler, onu hilâfete getirmek için kendisine davet mektupları yazdılar. Ayrıca, Ebu Abdullah el Cedeli başkanlığında bir heyet gönderdiler. Kûfeliler, bu davetlerini yaparlarken, Yezid’i tanımadıklarını, Hz. Hüseyin’e halife olarak biat etmek istediklerini yazıyorlardı.

 

Hz. Hüseyin’in Küfe’lilelerin mektuplarına cevabı

Kûfe halkı, Hz. Hüseyin'in Yezid’e biat etmekten kaçınıp Yezid, hükümetine karşı mücadele vermeye kalkıştığını öğrenmişlerdi. Bunun üzerine Hz. İmam Hüseyin'e çok sayıda mektup gönderdiler. Gönderilen mektuplarda şunlar yazılıydı: "Bilindiği gibi,  Muaviye ölmüş ve Müslümanlar onun şerrinden kurtulmuştur. Bizi şaşkınlıktan kurtaracak bir İmam'a muhtacız.

Şimdi biz Kûfe halkı olarak, bu şehirde Yezid'in valisi Numan b. Beşire karşı çıkıp, onunla her türlü ilişkiyi kesmiş bulunmaktayız. Hatta onun cemaatine bile katılmıyoruz. Sadece sizin gelmenizi bekliyoruz, elimizden gelen her yardımı sizin hedefiniz uğrunda esirgemeyeceğiz, sizin yolunuzda kendi canımız ve malımızdan da geçmeye hazırız."

 

Bazı tarihçilerin naklettiğine göre, Kûfe halkından İmam Hüseyin’e gelen mektup sayısı 12.000 bini aşkındı. Hz. Hüseyin, bu mektuplara şöyle cevap verdi: " Ali’nin oğlu Hüseyin’den Kûfe şehrinin ileri gelen mümin ve Müslümanlarına. Allah'a hamd, O’nun Peygamber'ine selam ve salâttan sonra, siz Küfe halkının en son mektubu “Hani ve Saîd vesilesiyle”  bana ulaştı. Çoğunuzun birleştiği tek nokta şundan ibaretti: "İmam ve önderimiz yoktur. Bize, yani şehrimiz Küfe'ye gel ki Allah-u Teâla senin vesilenle bizi Hakk’a ve doğru yola hidayet etsin. Sizin bu taleplerinizi gerçekleştirmek emeliyle, amcam oğlu ve ailem arasında herkesten fazla itimat ettiğim bir kimseyi,  “Müslim bin Akiyl”i size gönderiyorum.

 

 Ona halinizi, düşüncelerinizi, görüşlerinizi yakından öğrenip neticeyi bana bildirmesini emrettim. Eğer Küfe halkının ekseriyetinin isteği ve aranızdaki akıl ve fazilet sahibi kimselerin görüşü de elçilerinizin samimiyetle anlattıkları ve mektuplarınızda okuduğum ve zikrettiğiniz gibi olursa, ben de inşallah, pek yakında hareket edeceğim.  İmam Hüseyin, mektubunu şu cümleyle sona erdirdi: "Allah'a yemin ederim ki gerçek İmam, Allah'ın kitabıyla amel eden, adalete sarılan, Hakk’a boyun eğen ve kendisini sadece Allah yoluna adayan bir kimsedir. Vesselam…"

HAZRETİ HÜSEYİN’İN VASİYETİ

 

Hz. İmam Hüseyin Medine’den ayrılmaya kesin olarak karar vermişti. Medine'den Mekke'ye hareket ettiği vakit,  şu vasiyeti yazıp mühürleyerek kardeşi Muhammed Hanefiye'ye verdi: "Bu Ali’nin oğlu Hüseyin'in kardeşi Muhammed Hanefiye'ye olan vasiyetidir. Hüseyin, şahadet ediyor ki, Allah'tan başka bir ilah yoktur. Muhammed, O'nun kulu ve elçisidir. Hak Dini “İslam”ı Allah'tan “bütün âlemlere” getirmiştir. Cennet ve cehennem haktır. Ben, makam, fesad ve zulüm için Medine'den ayrılmadım. Ben ceddimin ümmetini ıslah etmek, marufa emir, münkeri nehyetmek, ceddim Resulullah, babam Ali'nin yolunda gitmek için harekete geçtim.

 

 Benim bu kıyamım, yeniden diriliştir, yeniden ayağa kalkma ve yeni bir doğuştur.  Ayrıca dedemin ve babamın bizlere emanet ettikleri İslam’ı gerçek hüviyetine kavuşturmaktır. Öyle ise kim bu gerçeği benden kabul ederse, yani bana itaat ederse, Allah'ın yolunu kabul etmiştir ve kim de bunu reddederse,  yani bana itaat etmezse, Allah benimle bu kavmin arasında hükmedene kadar sabrederim. Kendi yolumu tutup giderim, Allah hükmedenlerin hayırlısıdır. Kardeşim! İşte bu benim sana olan vasiyetimdir. Muvaffakiyet Allah'tandır, O'na tevekkül ediyorum, dönüşüm de yine O'nadır."

 

Ümme Seleme’nin İmam Hüseyin’e yalvarışı

Hz. Peygamber’in eşi Ümmü Seleme, İmam Hüseyin’e: Oğulcuğum, Irak’a, yani Küfe’ye gitmekle beni hüzünlere boğma; çünkü ben Allah’ın Resulünden, Oğlum Hüseyin Irak’ta, Kerbelâ denilen yerde şehit edilecek, dediğini duydum demişti.  O vakit Hz. İmam Hüseyin: Ey ana! Vallahi ben bunu daha iyi biliyorum, çare yok, öldürüleceğim; öldürüleceğim günü, beni kimin şehit edeceğini, nereye defnedileceğimi, Ehl-i Beyt’imden kimlerin şehit edileceklerini, hepsini biliyorum; istersen şehit edileceğim ve defn olunacağım yeri sana da göstereyim buyurmuşlar ve Kerbelâ yönünü işaret etmişlerdi.

 

Hz. İmam Hüseyin Mekke halkına bir konuşma yapar.

Hz. İmam Hüseyin, Medine’den ayrılıp, Miladi 680 yılı Şaban ayının 4. günü Mekke’ye vardı. Mekke’ye varınca, Haşim oğullarıyla, “Ehl-i Beyt” dostlarını, toplayıp, onlara Emeviler’in uyguladığı zulümlerden bahsedip, şöyle seslendi: Bugün ben size bazı şeyler söylemek istiyorum.  Sözlerim doğruysa gerçek olduğunu söyleyin, değilse yalanlayın.  Sözlerimi duyun, yazın, yayın, sonra şehirlerinize boylarınıza dönünce, emin olduğunuz, inandığınız kişilere sözlerimi duyurun. Onları çağırın, çünkü ben, bu gerçeğin yıpranmasından, yitip gitmesinden korkuyorum”. Amma: “Allah, kâfirler hoşlanmasa da nurunu parlatır dedi.

 

 

Hz. İmam, bu hutbelerinde: Zalimlerin her tarafı tuttuğunu, Müslümanların onlara adeta kul-köle olduklarını, imansız kişilerin iş başına geçtiklerini, inananlara acımadıklarını, zayıflara şiddetle davrandıklarını, bütün bunlara karşı da Allah’ın kendilerine ululuk ihsan ettiği kişilerin sustuklarını, bu yüzden gazaba uğramaları ihtimalinin pek kuvvetli olduğunu anlatmışlar ve hutbenin sonunda:

 “Allah’ım!  “Sen bilirsin ki bu sözlerim, hükmetmeye rağbetimden, mal-mülk elde etmeyi dilediğimden değil; ancak senin gibinin yollarını göstermek, şehirlerini mamur bir hâle getirmek istediğimdendir. Böylece de mazlum ve çaresiz kullarının esenliğe ulaşmalarını, emirlerini, hükümlerini yerine getirebilmelerini sağlamak istiyorum.” Ve sözlerini şöyle bitirmişlerdi: Ey Mekkeliler! Ey Müslümanlar! Eğer sizler bize yardım etmezseniz, hakkımızda insafa gelmezseniz, zalimler, size musallat olurlar; Peygamber’imizin dininin nurunu söndürürler. Allah bize yeter ve ona dayandık, ona yöneldik ve varıp gideceğimiz onun kapısıdır mealindeki ayeti okudu.

 

Görülüyor ki Hz. İmam Hüseyin, Muaviye’nin oğlu Yezid’e karşı direnmek ve karşı durmak üzere hazırlanmaktadır. Hz. İmam Hüseyin ve Haşim oğulları, biat etmemişlerdi; esasen Hz. İmam Hüseyin, Muâviye’ye de biat etmemiş ve Hz. İmam Hasan, bu hususta ısrar etmemesini Muâviye’ye söylemiş, o da kabul etmişti. 

                                      

                               

                                                             

 

                                                   Alevi İslam İnanç Hizmetleri Başkanlığı

                                 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MÜSLİM İBNİ AKIYL KÛFE’DE  (6. Gün)

 

Hiç şüphe yok ki, vacibül-vücut olan Allah, o kulunu Hz. Eyüp gibi, belâlarla imtihan edip, cismini hastalıklara müptelâ eder veya malını elinden alıp sıkıntıya düşürür veya evlâtlarının acısı ile kendisini perişan eder. Ancak o vacibül-vücut olan Allah, o kimseyi, uğradığı tüm musibetlerde ona sabır verip ve o sabırla idrakini artıracak mertebeye eriştirir.

Ariflerden Hüseyin Mansur, bir gün Allah’a yalvarırken: “Ya İlahi! Gerçeğin hakkı için, belâlar hazinesinin kapılarını açıp, her ne belâ varsa, bana gönder ve beni bütün belâlarda imtihan et! Eğer muhabbet yolunda irademin yularını zerrece kaymış görürsen, beni sadıklar silsilesinden çıkarıp, reddedilmişlerin arasına kat! Eğer riyazet makası ile vücudumun azasını birer, birer kesip parçalasalar, irademe asla noksan ârız olmasın. Ve sana olan bağlılığım değişmesin!” diyerek dua ederdi.

Şu var ki, belâ, Hz. Peygamber’in evlatlarının ve ona uyanların yakınlığını kabul edenlere mahsustur. Belâ, nihayet, bu yüksek mertebeye erişenlerde istisnasını bulmuştur. Âdemoğullarına mensup olanlardan hiç biri, onlar kadar belâya sabretmemiş ve hiçbir ferde onlar kadar belâ erişmemiştir.

 

İşte Hz. İmam Hüseyin de, Kûfelilerden aldığı davet mektuplarının aslını öğrenmesi ve kendisini davet edenlerin samimiyetini öğrenmek için, yakın akrabası olan Müslim Akıyl’i görevlendirdi. Müslim Akıyl, Hazret-i İmam Hüseyin’e veda edip, Küfe’ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Biri dokuz yaşında, güzellikte âlemi aydınlatan güneşe benzeyen Muhammed, diğeri yedi yaşında, taze yanakları, lâleyi andıran İbrahim adındaki iki evladını da yanına alarak önce Medine’ye oradan da ayrılıp, Kûfe’ye vardı. Müslim, Kûfe’de “Dar Muhtar” adında birinin evine yerleşti. Kûfe’nin eşraf ve âyanı akın akın gelip, Müslim’i ziyaret ediyor ve İmam Hüseyin’e bağlılıklarını bildiriyorlardı.

 

Ancak Yezid, bu olanları öğrenir ve tedbir olarak Küfe Valisi Beşir oğlu Numan’ı azledip, yerine Basra hâkimi olan Ubeydullah bin Ziyad’ı göndermişti. İbni Ziyad, göreve başlar başlamaz, Müslim’in peşine düştü. Bunu öğrenen Müslim, derhal, kaldığı yerden ayrılıp, Hani bin Urve’nin evine yerleşti. Diğer taraftan İbni Ziyad, Mafdal isimli kölesine: Ey Mafdal! Müslim, bu şehirde imiş, Müslim’in kaldığı yeri öğrenirsen, seni azat ederim, hatta türlü lütuflarımla seni murada kavuştururum dedi. Mafdal, hiç vakit kaybetmeden araştırmağa başladı ve bir gün Küfe de birinin yanına yaklaşıp: Ey temiz huylu mümin! Ben Hüseyin’e inanmış bir kimseyim. Ve bin akçayı Müslim’e verilmek üzere nezretmiştim ama kendisinin yerini bilemiyorum. Lütfet de onu bana göster!” dedi.

 

Temiz kalpli gafil, onun bu sözlerine kanmış ve Müslim’in kaldığı yere götürmüştü. Mafdal, Müslim’in elini öpüp, nezrini vermiş ve ayrıca bir Mushaf getirerek sadakattan ayrılmayacağına dair yemin dahi etti.

Oradan ayrılınca, derhal İbni Ziyad’ın huzuruna çıkıp durumu anlattı.

İbni Ziyad, haber göndererek Hani bin Urve’yi yanına çağırıp Müslim’i teslim etmesini istedi. Müslim’i teslim etmeyen Hani’yi de öldürttü.

Bu olanları duyan Müslim, derhal iki oğlunu güvenilir bir kadının evine gönderip, kendisi de savaşa hazırlandı. İbni Ziyad’ın askerleriyle Müslim arasında bir savaş başlamıştı. Müslim, şimşek süratiyle atı üstünde sağa-sola kılıcını savurarak, her hamlede birçok nâmerde ölüm saçıyordu. Müslim’in etrafında hiç kimse kalmamıştı. Bu durumu yakından izleyen Sa’d bin Ahnef: Ey benim efendim! Şehrin kapıları tutuldu, her yerde sizi arıyorlar. Benimle gelin dedi ve Müslim’i alıp, Muhammed Kesir’in evine getirdi ve bu evde Müslim’i gizlediler.

 

Ne merhametin vardır ne de insafın

Vurma zalim vurma, Müslim Akıyl’e

Haram süt emmişsin bozuktur kanın

Vurma zalim vurma Müslim Akıyl’e

 

         Ancak İbni Ziyad, bu haberi almış, Muhammed Kesir’i konağa çağırıp, Müslim’i teslim etmesini istedi. Muhammed Kesir, “ben Urve oğlu Hani değilim ki, hükmün bana geçsin” diye karşılık verdi. O sırada Muhammed Kesir’in adamlarından bin kadar muharib, konağı bastılar. Bu durumdan korkan İbni Ziyad, Muhammed Kesir’in başını kestirerek konaktan dışarı attırdı. Bunu gören Kesir’in askerleri de darmadağın oldular. Tüm bu olanları öğrenen Müslim, viran bir mescite sığındı ve gece basıncaya kadar buradan ayrılmadı. Gece basınca mescitten çıktı, gizlenecek başka bir yer ararken kendisini bir kadının evinin önünde buldu ve kadından içmek için su istedi. Kadın, bir maşrapa su verdikten sonra: Ey oğul! Burası bir kavgalı şehir olmuştur. Memleket fitne içinde kaynıyor. Evimin önünden uzaklaş ki, benim de başım belaya girmesin dedi.

Bu sözler üzerine Müslim: “Ey iyi yürekli kadın! Sen Ehl-i Beyt’i sever misin?” diye sordu.

Kadın: “Ey oğul! Benim canım, Ehl-i Beyt yoluna feda olsun.”

Müslim: “Ey iyi yürekli kadın! Ey Ana! Ben de bir garip kişiyim, fakat Peygamber ve Ehl-i Beyt hanedanına mensubum. Beni evine alıp sığınmama müsaade etmekle sevaba girmek istemez misin?

Kadın: “Evet oğul alırım, sana kim derler?” diye sordu.

Müslim: “Ben Müslim Akıyl’im” dedi.

Kadın: “Sana kurban olayım oğul…” dedi.

Müslim, “Ey Ana! Beni bu cehennemden kurtar, bana yardım et. İki küçük evladımla geldim, nicedir onları göremiyorum, nerededir onlar, ne durumdalar?” bilemiyorum.

Tav’a adında ve Ehl-i Beyt dostu olan bu kadın, Müslim’i evine alıp misafir eder. Müslim, yorgundur, acılar içerisinde kıvranır, günlerin yorgunluğu üzerindedir.

Ancak Tav’a Ana’nın oğlu, geç vakit eve gelir, anasını çok mutlu ve neşeli görünce sebebini sorar.

 

Tav’a Ana; “Ey oğul! Bize ahret devleti teveccüh etti. Müslim Akıyl, evimizdedir. İnşallah, kıyamet günü, onun saadet sarayı, bizim sığınağımız olacaktır!..” diyerek mutlu oluşunun nedenini o bahtsız oğluna anlatıverdi.

 

O bahtsız nâmert, misafirin kim olduğunu öğrenince, sabahı zor eder ve hiç vakit kaybetmeden İbni Ziyad’a gider ve bir miktar dünyalık için, Müslim Akıyl’i ihbar eder. Sabah’ın aydınlığı, Müslim’e karanlık olmuştur, ev sarılmıştır. İbni Ziyad’ın askerleri: “Ey Müslim! Ev sarıldı, kurtuluşun yok, teslim ol” diye bağırırlar. Müslim, Medet Ya Allah! Medet Ya Resulallah! Medet Ya Ali!” diye bağırır ve kapıya çıkar.

 

Muhammed Eş’as komutasındaki oldukça kabalalık bir grupasker, hep birden hücum ederler. Müslim, can havliyle savaşmaktadır, kılıç yaraları almıştır, bîtabdır. Hz. İmam Hüseyin’e haber götürememiştir, evlatları yoktur yanında. Müslim, tutunacak bir yer arar ve Bekir bin Hamran’ın evinin duvarına tutunur. O sırada Bekir bin Hamran, kapıyı açıp dışarı çıktı ve bir kılıç darbıyla Müslim’in mübarek dudağını parçaladı. Müslim de bir hamlede bu haramzadeyi canından etti. Tekrar evin duvarına tutundu, susuzluğu son haddindeydi.

Müslim: Ne olur bir tas su verin diye mırıldandı. Ancak, o merhametsiz kavimden hiç kimse bu ricaya kulak asmadı. O anda bir haramzade, gelip bir kargı darbesiyle Müslim’i, yüz üstüne yıktı. Tam kalkmaya çalışırken, arkasından bir mızrak sokarlar, sırtından. Medet hey Allah’ım medet! Müslim, kendinden geçmiştir. Hey Allah’tan korkmazlar, kuldan utanmazlar!..

 

Müslim’in ağır yaralı olan vücudunu bir katıra yükleyerek İbni Ziyad’ın huzuruna getirdiler. İbni Ziyad Müslim’e: “Ya Müslim! Gayen nedir, niçin halkı Yezid’e karşı gelmeye zorluyorsun?” diye sorar.

Müslim: “Ben hiç kimseyi, kimsenin aleyhine kışkırtmadım. Sadece Ehl-i Beyt’in hak ve hayatını korumak istedim” diye cevap verdi.

İbni Ziyad: “Herhangi bir isteğin var mı?” diye sordu.

Müslim: “Evet var, bir kişiyi görevlendir ki, beni dinlesin, Kureyş kabilesine birkaç vasiyetim var!” dedi. İbni Ziyad, bu teklifi kabul eder ve Ömer bin Sa’da, vasiyeti dinlemesi için emir verdi.

Müslim: “Ey Ömer! Sana üç vasiyetim var

1- Şehirde 700 dirhem borcum var, atım, Numan Hacib’dedir. Bu atı satıp borcumu ödeyin.

2- Ehl-i Beyt uğrunda feda edeceğim canımı, şu kanlı vücudumu, ayaklar altında koymayın, gömün.

3- İmam Hüseyin’e benim sonumu bildirin. Bu gurbet diyarında kimsesiz kalan iki küçük yavruma sahip çıkın.

Müslim, sözlerini zor bitirir, dolu dolu olur.

         Aldığı yaralar, ızdırab verir, can çekişmektedir. Kapıya çıkarırlar, başını vuracakken, celladın eli havada kalır.

Müslim: “Ne duruyorsun” der. Cellat: Hayır yapamayacağım der.

Bir başka cellat gelir, o da aynı kişiyi görür ve korkudan ödü patlayıp ölür. Bir üçüncü kişi gelip Müslim’in başını bedensiz bırakır ve şehit eder!..

 

İnsafsız elinden usandım bezdim

Görmedim sen gibi çok diyar gezdim

Suçu olsa idi hiç gam yemezdim

Vurma zalim vurma Müslim Akıyl’e

 

Bilindiği gibi Ubeydullah bin Ziyad, Müslim Akıyl’in Şahadetinden sonra, hiç vakit kaybetmeden Müslim’in çocuklarının peşine düşmüştü. Çünkü gammazlar, İbni Ziyada gidip, Müslim’in çocuklarının da bu şehirde olduğunu söylemişlerdi. İbni Ziyad da tellallar çıkartarak Müslim’in evlatlarını, görenler, bilenler, yakalayıp getirsinler veya haber versinler. Kim ki, bildiği halde söylemezse; idam edileceklerini ilân ettirdi.

Askerler çocukların Esad adında bir Ehlibeyt dostunda olduğunu öğrenirler.

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            

Esad, çocukları alıp yola çıktı. Fakat vakit gece ve ortalık henüz karanlıktı. Onlar varmadan, kervan yola çıkmış, yalnız kumlar üzerinde kervanın izleri görünüyordu. Esad çocuklara: “Ben sabaha kadar burada kalırsam benden şüphe ederler. İzleri görüyorsunuz çok taze, belli ki, yeni gitmişler, siz izleri takip ederek kervana yetişin!” dedi ve oradan ayrıldı. Bir müddet sonra çocuklar, yolu ve izleri kaybettiler. Bu sırada çocukları gören bekçiler, derhal yakalayıp, İbni Ziyad’ın yanına götürdüler.

 

İbni Ziyad, çocukları zindana attırıp, durumu Yezid’e bildirdi. Meşkür adındaki iyi bir zindancı vardı.                                                                                 Zindancı çocuklara bir zarar gelmesinden korkarak: “Ey şehzadeler, size bir zarar gelmesini istemem!” diyerek, gece yarısı kendilerini zindandan çıkardı ve şehrin dışına kadar çıkarıp: “Şu yüzüğü alın ve şu yolu takip edin. Bu yol sizi doğruca Kadisiye şehrine götürür. Benim kardeşim oranın hâkimidir. Bu yüzüğü nişan olarak ona verin. O sizi Medine’ye gönderir” dedi ve geri döndü. Şehzadeler, yollarına devam ettiler ancak, takdire karşı tedbirli bulunmak ve takdiri değiştirmek mümkün değildir. Bir müddet sonra çocuklar, yine aynı yere geldiler.

Çocukları gören bir cariye, kim olduklarını sordu.

Şehzadeler: “Biz garip birer yetimiz” diye cevap verdiler.

Cariye: “Kimin oğullarısınız?” Çocuklar, ağlamağa başlayınca zeki kadın, onların kim olduklarını anlar: “Siz Müslim’in çocukları mısınız!” dedi.

Çocuklar: “Evet! Biz o mihnete uğramış kişileriz” dediler.

Cariye: “Evlatlarım! Hiç korkmayınız. Benim iyi huylu bir kızım var” diyerek, çocukları alıp, kızına götürdü.

Diğer taraftan, İbni Ziyad, çocukların salıverildiğini öğrenince, zindancıyı çağırıp: “Müslim’in oğullarını ne yaptın?” diye sorar.

Zindancı Meşkür: “Onları salıverdim” dedi

Ubeydullah: “Benden korkmadın mı?”

Meşkür: “Ey gaddar ve zalim adam! Allah korkusu, senden gelecek korkudan fazladır. Tutalım ki Müslim, dövüşmenin usullerini bilen bir muharipti. Onu, kendisinden korktuğun için öldürdün! Fakat bu iki masum, sana ne yaptı?” deyince; Ubeydullah cellâda: “Şu herife işkence ile yüz kamçı vurun ve ondan sonra öldürün” emrini verdi.

 

Bu sırada çocukları evinde saklayan kadının kocası Haris, çocukları görmüş ve: “Siz kimsiniz?” diye sordu. Çocuklar, onu dost sanıp: “Biz Müslim’in oğullarıyız” dediler. Gözü dönmüş olan Haris, çocukları, saçlarından birbirine bağlıyarak odaya kilitledi. Sabah olunca da öldürecekti. Karısı, ne kadar yalvardı ise de söz dinletemedi, çocukları serbest bırakması için yalvardılar. Ancak Haris, daha da öfkelenerek kölesine: “Derhal bu çocukları öldür” diye emir verdi. Bunu kabul etmeyen köle, Haris’e saldırdı. Kavga sonunda, adamın oğlu da araya girdi. Sonunda hem kölesini, hem de oğlunu öldürdü, karısını da ağır yaraladı, sıra çocuklara gelmişti. Kurtuluş olmadığını gören şehzadeler abi olan Muhammed: Ne olur önce beni öldür, kardeşimin sonunu görmeyeyim diye yalvardılar.

Bilir misin erkân nedir yol nedir?

  Bilir misin Mevlâ nedir, kul nedir?

Bilir misin garip nedir kâl nedir?

           Kıyma zalim kıyma Müslim yetimlerine!

 

Ancak o haramzade, önce Muhammed’in başını bedeninden ayırıp, cesedini Fırat nehrine attı. Daha sonra da İbrahim’in başını gövdesinden ayırarak, temiz bedenini kardeşinin yanına fırlattı. Haris, bu vahşetin arkasından, çocukların başlarını alıp, Ubeydullah’ın huzuruna çıktı.

Hubeydullah: “Ey Haris! Bunlar nedir?” diye sordu.

O, Melun: “Bunlar, Müslim’in oğullarının başlarıdır!” dedi. İbni Ziyad, onların gül yanaklarına ve kokulu kâküllerine baktı ve: “Bu çocukları niçin öldürdün?” diye sordu.

         Haris: “Senin ihsanına ve iltifatına nail olmak ümidiyle öldürdüm!” diye cevap verdi. İbni Ziyad: “Ey melun! Ben Yezid’e yazdığım mektupta, bunların hapiste olduklarını bildirdim. Niçin alıp bana getirmedin?

Haris: “Halkın linç etmesinden korktum” dedi. İbni Ziyad, Ehl-i Beyt dostu olduğunu bildiği Mekatil adındaki bir kişiyi yanına çağırdı: Ey Mekatil! Bu bedbaht, Müslim’in çocuklarını öldürdü, bunu çocukları öldürdüğü yere götürüp cezasını ver ve çocukların başlarını da mümkünse bedenleriyle birleştir” dedi.

Mekatil olay yerine geldiğinde, iki ölü ve bir ağır yaralı kadını görünce, feryat etmeye başladı. Bu dehşet içerisinde elindeki başları suya bıraktı. Rivayet ederler ki, bu başlar, suya düşünce; her baş kendi cesediyle birleşti ve daha sonra da iki kardeş birbirine sarılarak suya battılar. Mekatil, bu olanlara hayret edip bakakaldı. Daha sonra da o melunun, elini ayaklarını kesip, gözlerini çıkardıktan sonra, başını da gövdesinden ayırıp, suya bıraktı. Daha sonra da köle ile çocuğun cesetlerini defnettirdi.

HZ. HÜSEYİN ŞÜKUK KONAĞINDA

Hz. Hüseyin, Kûfe bölgesine doğru ilerlerken bu olaydan habersizdi, her gün Kûfe ve Irak halkından olan çeşitli insanlarla karşılaşıyordu. Sa'lebiyye konağını arkasında bırakıp "Şükuk" ismindeki diğer bir konağa vardığında Kûfe'den gelen bir kişiyle karşılaşır, o adamdan Kûfe'nin durumunu ve oradaki insanların ne fikirde olduklarını sorar, o adam da; "Ey Resulallah'ın torunu! Irak halkı sana karşı muhalefet etmek ve savaşmak için birbiriyle birleşip anlaşmışlardır" diye cevap verdi.

İmam Hüseyin, o adamın sözüne karşılık: "İşler Allah'a mahsustur, yani olaylar O'nun emriyle vuku bulur. Dilediği ve salah gördüğü şeyi yapar. Allah-u Teâlâ, her gün bir iştedir, yani O’nun her zaman için özel bir iradesi vardır" diye cevap verdi.

 

 MÜSLİM AKİLY İN ŞAHADETİ

Hz. Hüseyin’in kafilesi "Şükuk" konağından sonra "Zübale" konağına vardı. Bu konakta, Kûfe'deki taraftarlarından eline ulaşan bir mektup vasıtasıyla Müslim, çocukları, Hanî ve Abdullah ibn-i Yektur'un hayatlarını kaybettiklerini, resmen öğrenmiş bulunuyordu.  Bu gelen haber üzerine Hz. İmâm Hüseyin’e, Kûfe’ye gitmeyelim diyenler oldu. Hz. Hüseyin, dostlarının arasında, mektubu elinde tuttuğu halde: "Bismillahirrahmanirrahim. Allah'a hamd, Peygambere salât ve selam olsun. Bize üzücü bir haber ulaşmıştır. Bu üzücü haber Müslim ibn-i Akil, Hanî ibn-i Urve ve Abdullah ibn-i Yektur'un hayatlarını kaybettikleri haberleridir. Taraftarlarımız, bize yardım etmekten vazgeçmişlerdir. Sizden geri dönmek isteyenler geri dönebilir.

Bundan dolayı, benim üzerinizde hiçbir hakkım yoktur" diyerek, onları kendi iradelerine bırakır. Bu arada Müslim Akiyl’in diğer çocukları: Yâ İmam! Kûfelilerden babamızın kanını almayınca kadar bizim dönmemiz mümkün değildir! Hiç kimse gitmezse bile bari biz gidelim, ya intikam alırız, ya şahadete erişiriz dediler.

 

Tarihçi Taberi, Hz. Hüseyn’in bu teklifi hususunda şöyle diyor: Hz. Hüseyin, yol esnasında O'nun kervanına katılan kimselerin ne ümitle katıldıklarını, çok iyi biliyordu. Onlar, İmam Hüseyin’in, halkı ona uyan ve emirlerini kabul eden bir şehre gittiğini düşünüyorlardı.

İşte bundan dolayıdır ki, İmam Hüseyin, bu yolculuğun sonunun ne olduğunu ve elçi olarak gönderdiği Müslim Akiyl’in ve ona yardım eden dostlarının akıbetini, onlara açıklamıştı. Böylece bu yolculuğun sonunun ne olduğunu bilmeden onunla beraber buraya kadar gelen bu kimselerin bu seferden vazgeçmelerini istiyordu.

Hz. Hüseyin’in yaptığı bu açıklamalardan sonra kendisiyle birlikte gelen toplum, grup-grup sağa sola dağıldılar. Sonunda Hz. Hüseyin, Medine'den beri kendisiyle birlikte gelen yakın dostlarıyla yalnız kaldı."

 

                                                           Alevi İslam İnanç Hizmetleri Başkanlığı

                                    

HZ. HÜSEYİN’İN BASRA HALKINA SÖYLEDİKLERİ (7. Gün)

 

Tarihçi Taberi'nin naklettiğine göre Hz. İmam Hüseyn, Mekke'ye vardıktan sonra, Basra şehrindeki Malik b. Mesmei, Mes'ud b. Amr ve Münzir b. Carud gibi kabile reislerine, birer mektup yazdı. O mektupların meali şöyle idi: "Allah'a hamd, Peygamber'e salât ve selam olsun. Allah-u Teâlâ Muhammed'i, insanların arasından seçti. Peygamberliği O'na ikramda bulundu... İnsanları hidayete davet ettikten ve kendisine verileni halka ulaştırdıktan sonra, O'nun ruhunu aldı. Biz de O'nun ailesi, evliyası ve varisleri idik ve insanlar arasında O'nun makamına daha lâyık olan kişilerdik.

 

Fakat iktidar ve dünya saltanatına tapmış olan bir grup, öne atılıp bu hakkı bizden aldılar. Bizim bu hakka, onlardan daha lâyık ve daha üstün olduğumuzu bildiğimiz halde, Müslümanların arasında fitne, ihtilaf ve ayrılık çıkmaması, düşmanın, onlara musallat olmaması için bu duruma karşı koymayıp, Müslümanların rahatını kendi makamımıza tercih ettik. Kendi elçimizi sizin tarafınıza gönderip sizi, Allah'ın kitabına ve Peygamber’in getirmiş olduğu İslami uygulamalara davet ediyorum.

 

Zira Peygamber’in getirmiş olduğu İslami kurallar ortadan kaldırılmış, yerine bid'at getirilmiştir. Eğer sözümü kabul eder ve beni dinlerseniz, ben de sizi doğru yola hidayet ederim.

Hz. İmam Hüseyin, bu mektubunda Basra halkının, İslam'a muhalif olan düzene karşı mücadelesi hususunda kendisine yardım etmeye davet etmenin yanı sıra Ehl-i Beyt'in makamını, İslam dininin tahrife uğradığını ve başlatmış olduğu bu hareketin asıl hedefini, ayrıntılı bir şekilde açıklamıştır.

 

HAZRETİ HÜSEYİN’İN MEKKE’DEKİ SON HUTBESİ

 

        Hac mevsimi nedeniyle İslam dinine mensup insanlar, grup grup Mekke'ye geliyorlardı. Bu durumu bir fırsat olarak gören Yezid, İmam Hüseyin’i gafil avlayıp öldürmek için Amr İbni As’ı görevlendirmişti.  Amr İbni As, sözde hac emiri, unvanı altında Mekke’ye gelmişti. İmam Hüseyin, bu komplodan haberdar olunca, Kutsal Kâbe’nin ve Mekke'nin korunması, kan dökülmemesi için hac merasimine katılmadan,  hac görevini Umre'ye çevirip, Zilhicce ayının sekizinci günü Mekke'den Irak'a doğru hareket etti. Fakat hareket etmeden önce Beni Haşim ailesi ve Mekke'de ikamet ettiği müddet içerisinde, dostlarına ve kendisine katılan Ehl-i Beyt taraftarlarına şu hutbeyi irad ettiler: "Bütün hamdlar Allah'a mahsustur. Allah, neyi dilerse o olur. Kuvvet ve kudret ancak Allah'tandır. Allah'ın salât ve selamı O'nun Resulüne olsun."

 

Hz. Hüseyin, daha sonra şöyle buyurdu: "Gerdanlık, kızların boynuna yakıştığı gibi,  ölüm de insanoğluna yakışır.

Yakup Peygamber’in Yusuf’u görmeyi arzu ettiği gibi ben de atalarımı görmeyi arzu ediyorum. Bana, varacağım bir katligah tayin edilmiştir.

Allah'ın Levh-i Mahfuz’da yazılmış olduğu böyle bir günden kurtuluş yoktur. Allah'ın razı olduğu şeye, biz Ehl-i Beyt de razıyız. O'nun imtihanı karşısında sabır ve istikamet gösteriyoruz. O da sabredenlerin sevabını, bize verecektir. Resulallah'ın bedeninin parçası olan evlatlar, O'ndan hiçbir zaman ayrı düşmeyeceklerdir. Cennette de O'nun yanında olacaklardır.

 

ABBAS’IN OĞLU ABDULLAH’IN HZ. HÜSEYİN’E TEKLİFİ

 

Hz. İmam Hüseyin, Mekke'ye geldiğinde Abbas’ın oğlu Abdullah, geleneksel Umre görevlerini yerine getirmek ve şahsi işlerini yapmak için Mekke'de bulunuyordu. Hz. Hüseyin’in Mekke'ye geldiği ilk günlerde o da Medine'ye dönmeye karar verdi. Ancak, gitmeden önce, İmam Hüseyin’in huzuruna gelip O'na Yezid ile sulh ve biat etmesini teklif etti.  Abdullah,  sözlerine şu cümleyle başladı: "Ya Hüseyin! Senin ayrılığına dayanmak istiyorum, fakat gerçekten dayanamıyorum. Çünkü senin, çıktığın bu yolculukta öldürülmenden, çocuklarının da düşmanın eline esir düşmelerinden endişe ediyorum. Irak halkı, sözlerinde durmayan insanlar oldukları için onlara itimat edilmemelidir."

 

Abdullah, sözlerine şöyle devam etti: "... Eğer Irak halkı, açıkladıkları gibi gerçekten seni istiyor ve Yezidin hükümetine de karşı iseler, ilk önce düşmanları olan Yezid'in valisini kendi şehirlerinden dışarı çıkarmaları ve kovmaları gerekir... Eğer Mekke'den çıkma hususunda ısrar ediyorsan o halde Yemen'e doğru hareket etmen daha hayırlıdır.”

 Ancak Abdullah, Hz. İmam Hüseyin’in Küfe’ye gitmek için kesin karar verdiğini anlayınca: “Anladım ki gideceksin, hiç olmazsa Yemen taraflarına git oraları daha güvenlidir” dedi. 

 

O vakit Hz. Hüseyin: Ya Abdullah! Hikmetin gizli sırlarına akıl ermez, kader beni Irak topraklarına çekmektedir dedi. Abdullah’tan sonra Muhammed Hanifi, Abdullah’ın oğlu Ömer ve Abdullah’ın oğlu Zübeyir’in de yalvarmaları, İmam Hüseyin’i kararından döndürmedi. Çünkü o, gerçekleri öğrenmişti ve kendisini bu yolculuktan alıkoymaya çalışanlara: “Ey benim sadık dostlarım! Bu gece rüyamda dedem Hz. Muhammed’i gördüm.”

Dedem: Ey Hüseyin! Sakın Küfe’ye gitmeyi geciktirme. Çünkü ululuk tahtının sultanı olan Hazret-i Allah, seni o topraklarda, tozlara ve kanlara bulanmış olarak görmek ister ve meleklere, senin sabırda gösterdiğin kemal mertebesini bildirip; itaatinin derecesini göstermek diler diyerek, rüyasında Hz. Peygamber’in kendisine söylediklerini nakletti.

 

 

HZ. HÜSEYİN’İN KERBELA YOLUNDAKİ SÖZLERİ

Irak seferinden vazgeçmeyi, Hz. Hüseyn'e teklif eden kişilerden beşincisi Arapların meşhur şairi Ferezdak'tır. Hz. Hüseyin, Mekke'den Irak'a doğru hareket ettiği zaman, Ferazdak da hac farizasını eda edebilmek için Mekke'ye doğru geliyordu.

Merhum şeyh Mufid, Ferazdak'ın kendisinden şöyle naklediyor: "Ben Hicri. 58. yılda annemle birlikte hac farizasını eda edebilmek için Mekke'ye gidiyordum. Harem'in yakınlarına vardığımda... Irak'a doğru giden Hz. Hüseyn'in kafilesi ile karşılaştım ve hemen huzuruna çıktım.

 

Selam verip hâl hatır sorduktan sonra: "Ey Resulallah'ın torunu!... Hac farizasını eda etmeden Mekke'den böyle acele olarak çıkmanızın sebebi nedir?" diye sordum. Hz. Hüseyin: "Eğer acele etmeseydim beni yakalayacaklardı." buyurdu.

Ferazdak, daha sonra şöyle devam ediyor:"... İmam bana: "Irak halkının, mevcut durumları nedir? diye sordu. Ben de ona: "Durumu bilirkişiden sorup öğrenmek istiyorsunuz.

Biliniz ki Halkın dilleri sizinledir; ancak kılıçları aleyhinizedir. Mukadderat Allah'ın elindedir, dilediği şekilde yapar." dedim.

Hz. Hüseyin: "Doğru söyledin, mukadderat Allah'ın elindedir. Eğer mukadderat dediğimiz olay,  dilediğimiz şekilde olursa Allah'a nimetleri karşısında şükrederiz; şükretmek için yardım dilenen de O'dur.

Eğer işlerimiz dilediğimiz şekilde gitmezse, yine de niyeti hak ve batını takva olan bir kimse, doğru yoldan çıkmamıştır." İmam Hüseyin’in sözü tamamlandığında Ferezdak: "Evet, sözünüz doğrudur, önünüze hayır çıksın." dedim ve daha sonra vedalaşıp ayrıldık.

 

HZ. HÜSEYİN’İN KÛFE HALKINA İKİNCİ MEKTUBU

 

Hz. Hüseyin,  Küfe yolu üzerindeki  "Hacir" adındaki konağa vardığında, Müslim b. Akil'e ve Kûfe halkına bir mektup yazdı ve Kasys b. Müsehher-i Saydavî" vasıtasıyla gönderdi. Mektubun mahiyeti şöyle idi: "Allah'a hamd, Peygambere salât ve selamdan sonra. Bize yardım etmek ve hakkımızı talep etmek için toplanmış olduğunuzu bildiren Müslim b. Akil'in mektubu bana ulaştı. Allahu Teâlâ’dan hepimize güzel ihsanda bulunmasını ve bu ittihada karşı da size en büyük sevapları lütufta bulunmasını niyaz ederim. Ben de Zilhicce ayının sekizi, salı günü Mekke'den ayrılıp size doğru hareket ettim. Elçim size ulaştığında, işlerinizi süratle düzene koyun. Ben de bu bir kaç gün içerisinde gelip size ulaşırım." 

 

HAZRETİ HÜSEYİN NE İÇİN KÛFE’Yİ TERCİH ETTİ?

 

Eğer İmam Hüseyin, Kûfe halkının davetini önemsememiş olsaydı ve bu facia farklı bir şekilde gerçekleşseydi, o zaman Kûfe halkından yüz bin kişi “Hz. İmam Hüseyin, neden bize sığınmadı, eğer bize sığınsaydı, biz onun yanında olurduk ve onu korurduk” diyeceklerdi. Yine Hz. İmam Hüseyin, bunca mektup ve istekler karşısında, Irak ve Kûfe seferinden vazgeçseydi, makûl bir mazereti olur muydu? Eğer Kûfe halkı, "Biz Hz. Hüseyin'in yolunda can ve malımızdan geçmeye hazırdık." iddiasında bulunsalardı veya "Bize önderlikte bulunması için İmam Hüseyin'e rica ettik, fakat o bizim isteklerimize itina göstermedi" deselerdi, İmam Hüseyin de onlara. "Ben sizin bana karşı vefasız olacağınızı bildiğim için isteklerinize olumlu cevap vermedim" demesi, ikna edici bir cevap olur muydu? Kûfe halkı, “Biz davetimizde samimiydik, sana karşı vefalı da kalacaktık" iddiasında bulunmazlar mıydı?

 

Başka bir ifadeyle, İmam Hüseyin, burada tarihin kavşak noktasında bulunuyordu. Öyle ki İmam Hüseyin, Kûfe halkının isteklerine olumlu cevap vermezse, tarihin karşısında mahkûm olacaktı. Tarih, şartların oldukça elverişli ve müsait olduğuna, ama İmam Hüseyin’in bu mühim fırsattan istifade etmediğine veya etmek istemediğine, ya da korku ve vahşet sebebiyle bu meseleden el çektiğine hükmedecekti.

 

HZ. HÜSEYİN NEDEN KÛFE’Yİ SEÇTİ, SORUSUNUN CEVABI

İmam Hüseyin niçin Kûfe’yi tercih etti sorusunun cevabı çok açık ve anlamlıdır. İmam Hüseyin, hem kendisini, hem ailesini hem de insani ve İslamî değerleri korumak amacıyla, Kûfelilerin yapmış oldukları daveti, çok samimi bulmamasına rağmen kabul etti. Yakınlarının Kûfe’ye gitmemesi hususundaki ısrarlarına rağmen, onun Kûfe’de ısrar etmesinin en önemli sebeplerinden birisi de daha sonra tarih önünde neden, niçin soruları karşısında zor durumda kalmaması idi.  Bir taraftan da Medine ve Mekke’nin dışında kalmak ve buralarda bulunan İslamî ve insanî değerlere zarar gelmesini önlemekti.

 

Yine İmam Hüseyin, Yezid’e biat etmeyip, bu yolu seçmekle hem Kûfelilerin istekleri doğrultusunda hareket etmiş oluyor; hem de Yezid’in gerçek yüzünü göstermiş oluyordu. Yargılamayı tarihe bırakıyordu ve öyle de olmuştur.

İmam Hüseyin, İslam ve insanlık uğruna kendisini, kendi arzularıyla dostlarını, ehlini-âyalini tehlikeye atmak zorunda kalmıştı. Bu hareketiyle İmam Hüseyin, süt emen çocuğuna kadar tüm yakınlarına kast edenleri ve Muhammed soyuna reva görülecek olan bu zulmü, bir-bir, safha-safha gözler önüne serip gösterecekti. Böylece Ümmeyye oğularının, sözde inanmış görünenlerin zulümlerini, tarihe kanlı bir sayfa olarak geçirecekti ve öyle de olmuştur.

 

Şimdi gelelim işin bir başka yönüne: Hz. İmam Hüseyin, Kûfe’ye gitmek için kesin karar verdiğinde Abbas’ın oğlu Abdullah: “Anladım ki gideceksin, hiç olmazsa Yemen taraflarına git oraları daha güvenlidir” dedi.  O vakit Hz. Hüseyin: “Ya Abdullah! Hikmetin gizli sırlarına akıl ermez, mukadderat beni Irak topraklarına çekmektedir” dedi. Abdullah’tan sonra Abdullah’ın oğlu Ömer ve Abdullah’ın oğlu Zübeyir’in de yalvarmaları, İmam Hüseyin’i kararından döndüremedi.

Çünkü o, gerçekleri öğrenmişti ve kendisini bu yolculuktan alıkoymaya çalışanlara: “Ey benim sadık dostlarım! Bu gece rüyamda dedem Hz. Muhammed’i gördüm.”

Dedem: Ey Hüseyin! Sakın Küfe’ye gitmeyi geciktirme. Çünkü ululuk tahtının sultanı olan Hazret-i Allah, seni o topraklarda, tozlara ve kanlara bulanmış olarak görmek ister ve meleklere, senin sabırda gösterdiğin kemal mertebesini bildirip; itaatinin derecesini göstermek diler diyerek, rüyasında Hz. Peygamber’in kendisine söylediklerini nakletti. Bunun dışında İmam Hüseyin’in Kerbela’da şehit olacağına dair Hz. Peygamber’imizin naklettiği pek çok hadis vardır.

 

İmam Hüseyin, dünya saltanatı ve zalimleri önünde eğilmeyerek, taşıdığı asil kanını, Allah yolunda akıttı ve zalimin önünde aman dilemeyerek; gelecek nesillere bir ibret dersi verdi. İmam Hüseyin: Ölüm, utanca düşmekten yeğdir, utanç ise ateşe girmekten beterdir diyerek, duygularını böyle dile getiriyordu.

İmam Hüseyin, bu asil davranışı ile dedesi Muhammed Mustafa’nın ve babası Aliyye’l- Murteza’nın yakmış oldukları meşalenin günümüze kadar hiç sönmeden gelmesini sağlamıştır. Kerbelâ olayı, bir hilâfet meselesi gibi görünse de, Kerbelâ olayı, aslında hayrın ve şerrin kavgasıdır; yani mazlumla zalimin kavgasıdır.

 

HAZRETİ ZEYNEB’İN OKUDUĞU ŞİİR

Hz. Hüseyin,  Kûfe yolu üzerindeki  "Hüzeymiye" ismindeki konağa vardı ve bir gün orada kalıp dinlendi. İşte bu konakta, Hz. Zeyneb,  sabah erkenden kardeşinin huzuruna gelip: “Kardeşim, bu iki beyitlik şiir sanki gayıptan bana ilham oldu ve daha çok ıstırap ve üzüntüme yol açtı” dedi. Şiiri okudu:

 

Ey göz, yaşla dolup taş, ağla ağla durmadan.

Çünkü kim ağlayacak, şehidlere sonradan.

Ağla o kervana ki, takdir ile yürüyor.

Ahde vefa etmeye, ölüm onu sürüyor.

 

İmam Hüseyin, bacısı Zeyneb-i Kubra'nın bu anlamlı şiirine, tek bir kısa cümleyle iktifa etti: "Ey bacım! Allah'ın takdir ettiği şey mutlaka vuku bulacaktır."

 

                HZ. HÜSEYİN AKABE VADİSİNDE

 

Hz. Hüseyin’in kafilesi, "Zübale" konağından hareket ettikten sonra "Akabe vadisi" ismindeki diğer bir konağa vardı. İbn-i Kuleveyh'in İmam Sadık'dan naklettiğine göre İmam Hüseyin, bu konakta iken gördüğü bir rüyayı ashabına ve dostlarına şöyle nakletti: "Rüyamda kendimi,  maktül görüyorum,  yani beni öldürecekler.  Çünkü rüyamda birkaç köpeğin bana saldırıp ısırdığını gördüm, onların en çok saldıranı ve kötüsü ise alaca renkli olanıydı."

 

Har İbni Riyahi, üç gündür çöllerdeydi, Yezid’in görevlendirdiği askeri müfrezenin komutanıydı. Akşama doğru, çölün sakin ve tenha ufuklarında Ehl-i Beyt kervanını görmüşlerdi. İmam Hüseyin’in kervanı, gelip bir kuyunun başında konakladılar. Har, kervana doğru ilerledi ve İmam Hüseyin ile karşılaştı.

İmam Hüseyin: “Ben Resûlü Ekrem’in torunu, İmam Ali’nin oğlu İmam Hüseyin’im, ya sen kimsin?” diye sordu.

Har ibni Riyahi: “Ya İmam! Ben Har bin Riyahi’yim” diye cevap verdi. İmam Hüseyin: “Ya Hür! Bana yardıma mı geldin? Yoksa benimle çarpışmağa mı?” diye sordu.

 

Har: “Ya İmam! Übeydullah bin Ziyad tarafından senin yanında bulunmağa ve senin Küfe’den bir başka yere gitmene müsaade etmemeğe memurum ve yarın sabah seni Küfe’ye götüreceğim” dedi.

İmam Hüseyin,: “Ey Har! Biz ne yaptık ki, bu zulüm bize reva görülür? Siz ki Küfe halkısınız, bana pek çok mektuplar gönderip, muhabbetinizi arzedip, “Uyacak bir İmamımız yoktur” diye benim burada bulunmama lüzum gösterdiniz, hâlâ bu kararda iseniz, ben üzerime düşeni yaptım. Siz de kendinize düşeni yerine getirin” dedi.

O vakit Har: “Ey Ali oğlu Hüseyin! Benim bu bahsettiğin mektuplardan haberim yoktur” dedi.

 

         Bu arada Küfe tarafından atlı gelip Har’a bir mektup verdiler. Mektup, Übeydullah bin Ziyad’dan geliyordu ve mektupta: “Ey Har! İmam Hüseyin’e hangi konak yerinde erişirsen, derhal kendisiyle görüş ve onu bu taraflara getir” deniyordu.

Har, mektubu İmam Hüseyin’e okuduktan sonra, gözlerini tek tek bu mazlum ve perişan ailenin üzerinde gezdirip, mahzunlaştı. Daha sonra: “Ne yapmamı istersiniz?” dedi.

İmam Hüseyin: “karar senin” dedi.

O vakit Har: “Ey Haşimi Peygamberi’nin can varlığı! Ben şu dakikada nasıl hareket edeyim? Eğer seni serbest bıraksam Übeydullah bin Ziyad’dan korkarım. Seni yakalayıp götürsem, Allah’tan korkarım.  Fakat Allah korkusu, Ziyad’ın korkusundan üstündür” dedikten sonra şu teklifi getirdi: “Ben derim ki, harem kadınlarını askerlerden uzaklaştırma bahanesiyle, sizin kafileniz, bizim ordumuzdan biraz uzaklaşsınlar. Gece karanlığı basınca da ne tarafa gitmeyi isterseniz, gidersiniz” dedi

 

Bu sırada dörtnala bir atlı yaklaşıp, Har’a bir mektup uzattı. Har, mektubu okudu. Mektup İbni Ziyad’tan geliyordu. İbni Ziyad, onu görevden almıştı, Har çaresizdi. Hz. İmam Hüseyin, hikmetin sırlarını açığa çıkarmak için, Har’ın yaptığı teklifi uygun bulup, bulundukları yerden bir miktar uzaklaştılar. Bütün gece yol aldılar, sonra bir durakta durdular. Daha ileri gidemediler. Hz. İmâm Hüseyin, bindiği atı kamçıladı ve atı hareket ettirmek istedi ise de at hareket etmedi.

Hz. İmâm Hüseyin: “Ey bu menzilleri ve konakları bilenler, bu menzil neresidir, biliyor musunuz?” diye sordu.

Oradakiler: “Burası Mariye mevkidir!” dediler.

Hz. İmam Hüseyin: “Buranın belki başka bir adı daha varmı?” dedi. Oradakiler: “Bir adı da Kerb-bela”dır, dediler.

Hz. İmâm Hüseyin: “Allahuekber!” dedi. “Burası Kerb ve Belâ, yani Hüzün ve Belâ yeridir!” dedi.

 

Bu adı duyunca Hz.İmâm Hüseyin’in gözleri yaşardı: “Allah’ım” dedi. “Kerbden ve belâdan sana sığınırım; burası ineceğimiz yer; kanımızın döküleceği yer; kabirlerimizin bulanacağı yer. Bunu bana ceddim Resulallah haber vermişti” dedikten sonra Zül-Cenah adlı atından yere indiler. Hz. İmâm, ayaklarını yere basınca o topraktan bir toz kalkıp, mübârek yüzlerine kondu.

 

 

                                                              

                                                     Alevi İslam İnanç Hizmetleri Başkanlığı

                    

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HAZRETİ İMAM HÜSEYİN KERBELA’DA  (8. Gün)

 

Hz. İmam Hüseyin, Kerbelâ’ya Hicret’in 58. yılının Muharrem ayının ikinci günü indiler ve çadırlarını kurdular. Sonra yanındakileri topladı; yaşlı gözlerle onları bir zaman seyrettikten sonra: Allah’ım! Biz senin Peygamber’inin yakınlarıyız; yurdumuzdan sürdüler, çıkardılar bizi. Ceddimizin hareminde kalmamıza müsaade etmediler. Ümeyye oğulları zulmettiler bize; sen zalim kavme karşı yardım et bize.”

 

Hz. İmam Hüseyin: “İnsanlar dünyaya kul oldular; din, yalnız ağızlarında kaldı. Geçimleri iyi düzeydeyse, dinden söz ediyorlar, ama bir belâya uğradılar mı bundan da vazgeçiyorlar. İçilmiş kabın içinde kalan su, sömürülmüş yayladaki ot kadar değersiz bir hale geldi dünya. Görmez misiniz? Gerçeğe uyan, işe koyulan yok; fakat bâtıla koşan çok. Allah’a inanan, bu hali görünce bir an evvel Allah’a kavuşmak ister; ben ölümü, bir kutluluk olarak görüyorum; zalimlerle yaşamayı ise bir zillet saymaktayım.”

Söz buraya gelince Züheyr kalkıp: “Ey Resulallah’ın oğlu” dedi; Sözlerini duyduk; dünya ebedî olsa, biz de ölümsüz olsak, yine de seninle geçip gitmeyi orada oturup kalmaktan üstün biliriz.

 

HAZRETİ HÜSEYİN’İN IRAKLILARA GÖNDERDİĞİ MEKTUP

 

Böylece, Hz. İmam Hüseyin, o kan içici çölde, o elemli sahrada Kerbela’da konaklayıp oturdu. Burada, Irak ileri gelenlerine bir mektup yazıp Kays ile gönderdi. Mektupta Hz. İmam şöyle diyordu: >“Ey uzakta olduğu halde bize sadakat gösteren ve samimi duygularını bildirenler! Ey candan ve yürekten sadakat mektupları yollayan mücahidiler! Sizin mektuplarınızdaki satırların yazıları, irademizi bu yönlere çekti.

 

Şu anda Kerbelâ çölündeki belâ yerinde ve Arap Irak’ında çadırlarımızı kurmuş bulunuyoruz. Şimdi ettiğiniz yemine vefa gösterme sırası sizde.  Yine mübarek ayak basışımızın saadetini ganimet bilerek, bize uyup, can akçesini saçmak için koşma sırası sizde.  İkbal kıblesi ve ülkü yolu olan dergâhımıza, yüz tutunuz. Ahret saadetinin dünya devletinden önde olduğunu mutlaka biliniz. Gerçekten bu müjde size hidayet yolunun hediyesidir. Bu söylediklerimi sakın bir yardım dilemek olarak düşünmeyin. Çünkü dünya saltanatı, gelip geçicidir. Onu minnet ile ele geçirmeğe ve zilletle bırakıp gitmeğe değmez!”<

 

Hz. İmam’ın mektubunu, Küfe şehrinde Süleyman Huzai’ye vermek ve cevabını almak maksadıyla Kays yola çıktı. Fakat Küfe’ye varmadan Ubeydullah’ın askerleri Kays’ı yakaladılar ve Ubeydullah’ın huzuruna getirdiler. Kays, Ubeydullah ile karşılaşınca ilk işi olarak mektubu çıkarıp, okunmayacak bir şekilde yırtmak oldu.

Ubeydullah, Kays’a: “Mektubu neden yırttın?” dedi.

Kays: “Dost sırrını düşmandan gizlemek gerek!” diye cevap verdi.

Ubeydullah: “Ey Kays! Eğer benim seni öldürmemden kurtulmak dilersen iki işten birisini seç;

Ya mektuptaki isimleri bana bildir. Ya da minbere çık, Hüseyin’e ve ona uyanlara söv- say, beni ve Yezid’i öv!” dedi.

Kays: Ey Ziyad’ın oğlu! Benim için mektubu açığa vurmak mümkün değildir. Ama minbere çıkabilirim. Emredin halk toplansın! dedi.

Halk toplanınca, Kays minbere çıktı. Allah’a hamd ü senâ, Hz. Resule ve soyuna salât-ü selâmdan sonra topluluğa hitab ederek; Ey Küfe halkı! Ben Hüseyin’in elçisiyim. Onun Küfe şehrini şereflendirmeğe geldiğini size bildirmeğe geldim! dedi. Ve mektubun içinde yazılanları, başından sonuna kadar bildirdi. Yezîd ile İbn-i Ziyad’a lânetler savurdu. Hz. İmam Hüseyin ile ona uyanları övdü.  Bu hareketinden sonra Ubeydullah, çok kızdı ve henüz minberde iken onu şehit ettirdi.

 

UBEYDULLAH İBNİ ZİYAD’IN HZ. HÜSEYİN’E YAZDIĞI MEKTUP

Ubeydullah, Hz. İmam Hüseyin’in Kerbelâ’ya geldiğini öğrenince ona bir mektup yolladı. Mektup şöyleydi; “Ey Hüseyin! Yezid bana mektuplar göndererek, şunları bildirdi: Ali oğlu Hüseyin, o taraflara geldiğinde, bana biat edeceğine dair kendisinden söz almadıkça hakkında bir karar verme. Eğer teklifini kabul etmezse hiç düşünmeden derhal onu öldür! Şimdi sana nasihat ediyorum. Kendine acı! Yezîd’e biat etmeyi kabul et. Eğer kabul etmezsen savaşa hazır ol! diyordu.

 

Hz. İmam Hüseyin, Hubeydullah’ın mektubunu okuyup,  içindekileri öğrenince: Ne talihsiz bedbaht bir kavim ki; dünyevi nimetleri, “Yaratan Allah”ın gazâbınan üstün tutup, ümmetiyiz! Dedikleri Peygamber’in evlâdını helâk ederek, Yezîd’in gözüne girmeye çalışırlar dedi.  Ubeydullah’ın mektubunu getiren adam: Yâ Hüseyin! Bu mektuba cevabın nedir? diye sordu. Hz. İmam Hüseyin: Benim ona verecek cevabım yoktur. O, muhakkak azâbı hak etti diyerek, mektubu yere attı. Mektubu getiren adam, Ubeydullah’ın yanına dönünce Hz. İmâm Hüseyin’in sözlerini, kendisine aktardı. Bunun üzerine Ubeydullah İbn-i Ziyad, orada bulunan meclistekilere döndü ve Ey Şam ve Küfe’nin ileri gelenleri; içinizde her kim ki Hüseyin ilesavaşıp, onu bana getirirse, kendisine koca bir Vilâyeti vereceğim dedi.

 

SA’D İBNİ VAKKAS’ON OĞLU ÖMER HZ. HÜSEYİN’E KARŞI

Ubeydullah’ın bu teklife hiç kimse sesini çıkartmadı. Ubeydullah, kimseden cevap alamayınca, en sonunda; kendisinden çoktandır Rey valiliğini isteyen Sa’d oğlu Ömer’i, Hz. İmam Hüseyin ile savaşacak orduya kumandan tayin etti. Ömer’e: Emrine vereceğim kuvvetle, Kerbelâ’ya gidip Ali’nin oğlu Hüseyin’e, Yezîd’e biat etmesini teklif edeceksin. Kabul etmezse onun ve ona tâbi olanların başlarını kesip bana getireceksin. Bu önemli hizmeti yapmakla, yükselme yolunu bulacaksın.

 

Bu sözler üzerine Ömer ayağa kalktı: Ey Ziyad oğlu! Bu çok önemli bir meseledir. Düşünmek için zamana ihtiyacım var. İzin verin evime gideyim, düşüneyim; oğullarımla müşâvere edeyim, ondan sonra cevap veririm dedi. Ubeydullah İbn-i Ziyad, onun bu isteğini kabul etti.

Ömer evine gelince oğullarını çağırttı ve durumu onlara anlattı. Bunun üzerine büyük oğlu şu cevabı verdi: >“Ey baba! Bu ne cahilce sözdür? Bu ne gaflettir. Üzerine gideceğin şahsın Peygamber’in göz bebeği, Fâtıma’nın ciğerparesi olduğunu bilmiyor musun? Elbette bilirsin. Bile bile bu büyük vebâli yükleniyorsun. Senin baban Sa’d İbn-i Vakkas, hayatını Resulallah ve Hz. Ali’nin uğrunda harcamadı mı? Sen ise Resulallah’ın evlâdı üzerine gidiyorsun ve Resulallah’ın göz bebeği ile harp etmek istiyorsun.

         Ali’nin oğlu Hüseyin’i buraya davet edenler arasında sen de yok mu idin? Ona üst üste üç tane mektup yazmadın mı? Şimdi ise dünya nimetleri için böyle bir zatın üzerine gidiyorsun. Ve adeta Peygamber’in kanını dökmek istiyorsun.  Eğer böyle bir şey yapacak olursan bunun lâneti kıyamete kadar senin ve soyunun üzerinde kalacaktır”< diyerek, babasını bu işten vazgeçirmek istedi.

 

Ömer, büyük oğlunun sözlerinden hoşlanmadı, hatta ona kızdı. Daha sonra haris bir genç olan küçük oğluna döndü. Küçük oğlu: Ey baba! Gerçi ağabeyimin sözleri doğrudur. Fakat onlar ilerde, gaipte olacak işlerdir. Hâlbuki Ubeydullah’ın ihsanı hazır ve önündedir. Elde hazır olan nimet, elbette ki, meçhul bir nimete tercih edilmelidir. Akıllı olan böyle bir nimeti tepmez diyerek, babasına destek verdi. Bu sözler üzerine Sa’d oğlu Ömer, kendisi gibi düşünen küçük oğlunun sözlerini kabul etti. Çünkü mal ve hükmetme hırsı, gözünü bürümüştü. Ömer, Ubeydullah’ın yanına giderek teklifi kabul ettiğini bildirdi. Ubeydullah, hiç vakit kaybetmeden onun emrine beş bin kişilik bir kuvvet vererek, onu İmâm Hüseyin’in üzerine gönderdi. Ömer’in Kerbelâ’ya gelişi, Muharrem ayının 6. günüydü.  Ömer, Kerbelâ’ya gelince, İmam Hüseyin’e bir elçi göndererek, buraya geliş nedenini öğrenmek istedi.

 

HZ. İMAM HÜSEYİN’İN SA’D OĞLU ÖMER’E CEVABI

Hz. İmam Hüseyin Sa’d oğlu Ömer’e şu cevabı verdi; Benim buralara gelmemin sebebi; bana arka arkaya göndermiş olduğunuz mektuplar ve davetlerinizdir, tarafınızdan gösterilen istektir. Bana üst üste mektuplar yazarak ve heyetler göndererek beni ısrarla çağırdınız. Ben de bu davetlerinizi kabul ederek; sizi dalâlet yolundan kurtarıp hidayet yoluna sokmak ve dinin esaslarını öğretmek için geldim. Sizin göndermiş olduğunuz bu mektuplar üzerine, Mekke’den gönderdiğim amcamın oğlu Müslim ile iki yavrusunu zulümle şehit ettiniz. Onların şehit edildikleri haberini buraya gelirken yolda öğrendim.

 

Ve şunu söyleyeyim ki, sizlerde hidayet yoluna girme yolunda bir cevher görmüyorum. Ömer İbni Sa’d, Hz. İmâm Hüseyin’den aldığı bu cevabı hemen Ubeydullah’a bildirdi. Ubeydullah, Ömer’e gönderdiği cevapta:

Hüseyin’den ve yanındakilerden Fırat suyunun kesilmesini ve Yezîd’in biat’ını kabul etmezse savaşmasını emrediyordu. Ubeydullah’tan gelen emir üzerine, Ömer’in askerleri, Fırat suyunu, tamamen kestiler. Bu olay Muharrem ayının 7. gününde oluyordu. Daha gün yeni başlıyordu, Hz. İmam Hüseyin’in çadırlarında susuzluk baş göstermeye başladı.

 

HZ. İMAM HÜSEYİN’İN YANINDAKİLERE SON UYARISI

Bu olaylardan sonra, Kerbelâ Şahı, Hz. İmâm Hüseyin, bütün kardeşlerini, yakınlarını, çoluk çocuğunu bir araya topladı; Allah’a hamd-ü sena, Resulallah ve soyuna salât ü selâmdan sonra onlara: >“Ben, sizden daha hayırlı dostlar, arkadaşlar, sizden daha iyi yardımcılar olduğunu bilmiyorum. Allah hepinize ecir versin. Ceddim, Kerbelâ’da şehit edileceğimi haber vermişti bana; o zaman da gelip çattı işte. Sizin hepinize izin veriyorum, hakkımı helâl ettim size.

Gece gelip çatınca karanlığı fırsat bilin; herkes “Ehl-i Beyt’im” den birinin elinden tutsun, gitsin; dağılın yeryüzüne; çünkü bu topluluk, ancak beni ister; beni ele geçirdiler mi başkasını aramazlar artık.”<

Hz. İmam’ın bu sözleri üzerine, ona tâbi olanlar hep birlikte;

senden sonra yaşamayı istemeyiz biz dediler. Allah, o günü göstermesin bize. Hz. İmam Hüseyin’e uyanlar hep buna benzer sözler söylediler. Hz. İmam’da onlara hayır duada bulundu ve o geceyi ibadetle geçirmelerini buyurdu.

 

Kerbela’da Muharrem ayının 8. gecesiydi. Hz. İmam Hüseyin’e tâbi olanların çoğu o gece çadırlarında, kimi Kur’an okuyordu; kimi ibadet ediyordu, kimi dua ediyordu; kimi kılıcını bilemedeydi, kimi yayını denemedeydi. Kadınların gözleri yaşlıydı; çocuklar titriyorlardı, susuzluk ciğerlerini yakmaktaydı. Kadınlar feryâd edip ağlamaya başladıklarında Hz. İmam onları susturduktan sonra kardeşi Zeyneb’e:  Sen kadınların ulususun üzerinde olan hakkım için beni kana bulanmış; şehit olmuş görünce başını açma; yüzünü yırtma; elbiseni parçalama; sesini yükseltme; feryadınla düşmanları sevindirme buyurmuştur.

 

Her iki taraftan da savaş safları sıralanınca, hak ile batıl ve küfür ile iman yerli yerini bulunca, Kerbelâ Şahı, Hz. İmam Hüseyin, düşman askerinin karşısına çıkıp onlara:>“Ey merhametsiz kavm! Başımdaki sarık ve belimdeki kılıç, arkamdaki zırh, altımdaki at Hz. Reslullah’ındır.”< Ben Resullahın sancağının vârisiyim. Zehra Betül’ün göz nuruyum. Hiçbir zaman yalan ve boş yere söz söyleyip ayak diremedim. Allah’a ve Resule aykırı yol tutmadım. Bana mektuplar ve elçiler gönderdiniz. Üzerime hüccetler yolladınız. Beni bu diyara getiren sizlersiniz. Bu fitneyi türlü sebeplerle kışkırtıp bu raddeye siz getirdiniz. Bu ne sahtekârlıktır!

 

En sonunda Ömer İbn-i Sa’d, Hz. İmam’ın karşısına gelip: Ey Hüseyin! Yezîd’e biat etmedikçe, bu sözlerin bir faydası yok. Sa’d oğlu Ömer, bu sözleri söyledikten sonra, yayını gerip bir ok attı ve Ey Küfe halkı! Görün ve şahit olun ki, Hüseyin ile savaşa başlayan ben oldum dedi.

Daha sonra Hz. İmam Hüseyin, çadırlara döndü ve Ey vefalı dostlar! Ey canlarını feda edenler! Kavgaya hazır olun ve savaş araçlarını hazırlayın ki; bu dem kan dökülecek demdir dedi.

Bu olay Hicret’in 58. yılında, Muharrem ayının 10. Cuma günü sabahında geçiyordu. Bir rivayete göre düşman askeri, yirmi iki bin kişiydi. İmam Hüseyin’in askeri ise yetmiş kişiydi.  Otuz kişi atlı, diğerleri yaya idi.

 

Ömer ibn-i Sad savaş kararını almıştı ve Ömer’den önce ki komutan

Har bin Riyahi, Ömer bin Sa’d’ın yanına gelip: “Ya İbni Sa’d! Hüseyin’le savaşmak, kesinleşmiş midir?” diye sordu.

O namerd Ömer İbni Sa’d: Evet! Kesinleşmiştir, bu meydanda kanlar dökülecektir dedi.

Har bin Riyahi ile Hz. İmam Hüseyin’in kafilesi, henüz Kerbela’ya gelmeden önce karışlamıştı. Hür, İbni Ziyad tarafından Hz. İmam Hüseyin’i, Küfe’ye götürmekle görevlendirilen birliğin komutanı idi.       

         Har: Öyle ise ben Hüseyin’le savaşmak istemiyorum. Bir baksana biz kaç kişiyiz, bir de Hüseyin’e bak. Onlar kaç kişi. Üzerine çullanacağınız bu insanlar, kendisinden şefaat beklediğiniz Hz. Muhammed’in evlatlarıdır. Yarın kıyamet günü Resulallah’a nasıl cevap vereceksin? dedi.

Ömer İbni Sa’d, bu soruya cevap vermedi. Hür’ün rengi solmuştu, bu adaletsizliğe karşı vücudu tir, tir titriyordu.

 

Kardeşi görmüştü Har’ı: Ya Hür! Nedir bu halin, seni hiç böyle solgun görmemiştim. Senin gibi bir savaşçı, bu duruma düşer mi? dedi.

Har: “Ey kardeş! Şu anda en büyük savaş, benim yüreğimde, vicdanımda oluyor. Hak ile batıl savaşıyor diye cevap verdi. Kardeşi, nedenini sorunca da Har: “Şunun içindir ki, biz bir orduyuz, karşımızda bir avuç masum aile var. Bunlara saldırmak, mertliğin şanına yakışır mı? Hüseyin haklıdır, yiğittir, haksızlığa boyun eğmemiştir. Canı pahasına dedesinin ve babasının kurduğu yolu korumaya çalışıyor. Ben kılıç çekemem bunlara, kıyamam bunlara diyerek düşündüklerini kardeşine söyledi.

 

Ağabeyi Har’den bu sözleri işiten kardeşi: Ey yiğit kardeş! Sen vicdanının sesini dinle dedi.

Har: “Öyle ise Kardeş! Ben Hüseyin’in tarafına geçiyorum, istersen sen de gel dedi. İki kardeş, atlarına atlarlar, doludizgin sürerler atlarını Hüseyin’den tarafa. Toz bulutu içinde iki atlının geldiğini görürler. İmam Hüseyin, bakar ve tanır, gelen komutan Har’dır.

Har, atından iner, İmam Hüseyin’in önünde diz çöküp: Ya Hüseyin! Ben ve kardeşim birlikte, senin yanında canımızı feda etmeye geldik.

 

İmam Hüseyin: Ya Har! Cenab-ı Hakk ve ceddim Muhammed, sizden razı olsun. Benim için canlarınızı feda etmeyiniz, sizler bizim misafirimizsiniz, buyurun oturun dedi.

Har İbni bin Riyahi: “Ya Hüseyin! Size ilk karşı çıkan, yolunuzu kesen ben oldum. İzin ver, senin yolunda ilk şehitte ben olayım diyerek savaş meydanına çıkmak için izin istedi ve atına atlayıp, yıldırım gibi savaş meydanına sürdü.

Düşman safları önüne gelince: “Ey Yezid köleleri! Ben Har İbni bin Riyahi’yim, biraz önce ben de sizin gibi batıl bir inancın peşindeydim, ama şimdi haklı bir davanın peşindeyim.

 

         Ey İslamiyet iddiasında bulunanlar! Kime kılıç çekiyorsunuz? Karşınızdakiler, Peygamber kanından ve canından olan suçsuz kimselerdir. Bir taraftan Peygamber ve evladına Salâvat getiriyor, bunlardan şefaat diliyorsunuz, diğer taraftan da öldürüyorsunuz.

Hür’den bu sözleri duyan Ömer İbni Sa’d, korkmuştu. Safvan adındaki bir namerde: Yürü var şu Har’a nasihat et, aklını başına toplasın. Mal ve para vaat edip kendisini kandırmaya çalış diyerek, Har’ın karşısına çıkardı.

Safvan: Ey Har! Akıl ve tedbir sahibi olmak gerek… Dünya nimetlerinden ayrılıp bu zilleti neden seçtin? diyerek, Har’ın aklını başına getirmeye çalıştı.

         Har: “Ey cahil herif! Âlemde izzet, Âl-i Resule hizmettedir. Hangi akılsız, fani bir nimet için baki olan bir devleti bırakır” diyerek, Safvan’ın hücumunu bekledi. Safvan Har’ın üzerine atılıp ilk hamlesini yaptı. Ancak Har, bir hamlede kâfirin işini bitirmişti.

Har, peş peşe gelen birkaç namerdi de cehenneme yolladıktan sonra, atını doludizgin çadırlara sürdü, geldi İmam Hüseyin’in önünde durdu, atının üzerinde sallanıyordu. İmam Hüseyin, yardım etti, yere indirdi. Har diz üstü oturdu, elleri İmam Hüseyin’in ellerindeydi: Ya İmam! Benden razı mısın? Sana önce ben karşı çıktım, yolunda önce ben şehitlik şerbetini içeceğim dedi.

 

Kerbelâ’da zulüm vardı, ağıt vardı, su feryatları vardı. İmam Hüseyin bu yiğit insanın başını, bağrına bastı, her yanından kanlar akıyordu: Ya Har! Ceddim ve ben senden razıyız, senin adın Har idi, bundan böyle Hür olsun. Her iki cihanda da Hür olasın, Hür şehit olasın diyerek onun maneviyatını yükseltmeye çalıştı.

Hür, kılıcına dayandı, zoraki atına bindi ve tekrar düşman safları üzerine atını sürdü. Üzerine her taraftan mızraklar yağıyordu.

         Bu arada atı sakatlanmış, yaya kalmıştı. İmam Hüseyin bunu gördü ve hemen yürük bir at gönderdi. Hür bu ata binip tekrar savaşmağa başlamıştı ki, gaipten bir ses: Ey Hür! Sana müjde olsun ki, huri ile gılmanın, yüzünü görmeye hak kazandın diye müjde veriyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HAZRETİ ABDULLAH

Hür İbni Riyahi’den sonra Hür’ün kardeşi ve Müslim Akıyl’in oğulları Şahadet şerbetini içtiler. Sıra Cafer Tayyar’ın evlâtlarına gelmişti. Bunlardan Muhammed, İmam Hüseyin’in ayağını öpüp: Savaşmak için izin istedi. Muhammed, İmam’dan müsaadeyi alıp meydana geldi ve kendini tanıtıp savaşacak er istedi. Muhammed pek çok kâfir askerini helak ettikten sonra kendisi de şehit oldu.

Kardeşinin şehit düştüğünü gören Cafer Tayyar oğlu Abdullah, izin dahi almadan derhal savaş meydanına atıldı ve hiç vakit kaybetmeden kardeşinin katilinin üzerine atılarak işini bitirdi. Daha sonra gelip İmam Hüseyin’den izin istedi. Hazret-i İmam, ona dua edip müsaade verdikten sonra, tekrar meydana çıktı.

 

Abdullah, meydana varınca kılıcı ile saflar arasına daldı ve safları kana buladı, pek çok kâfiri öldürdükten sonra, kendisi de Hakk’ın rahmetine kavuştu. Cafer Tayyar oğlu Abdullah, şehitlik mertebesine erişince, şehitlik sırası Hazret-i İmam Hasan’ın büyük oğlu Abdullah’a gelmişti.

Abdullah, amcası Hazreti İmam Hüseyin’den müsaade alıp savaş meydanına girdi. Abdullah, onlarca düşman savaşçısını saf dışı bıraktı. Ancak, pek çok düşman askeri, Abdullah’ın üzerine saldırdılar. Bu durumu gören İmam Hüseyin taraftarlarından üç kişi, Abdullah’ın yardımına koştular. Pek çok düşmanı saf dışı bıraktıktan sonra onlarda şahadet şerbetini içtiler. Tekrar yalnız kalan Abdullah, Hazreti İmam’ın yanına döndü: “Ey amca susuzum! Susuzum!” diye haykırdı.

 

Hazreti İmam: “Ey gözümün nuru! Sabret! Sabret ki, Kevser suyundan ruhun kana, kana içecektir” diyerek Abdullah’ı teskin etmeye çalışıyordu. Hasan Müçdeba oğlu Abdullah, bu müjdeyi alınca yeniden savaş meydanına döndü. Abdullah’ın zor durumda olduğunu gören Abbas, derhal Abdullah’ın yardımına koştular ve onu alıp çadırlara getirmek üzere iken, Meral bin Zahir, bir kılıç darbesiyle o şehzadeyi şehit etti. Daha sonra Abbas, Abdullah’ın kanlar içerisindeki bedenini Hazreti Hüseyin’in huzuruna getirmişti. Abdullah’ın lime, lime olmuş cesedini gören Ehl-i BeyT kadınları, oturdukları yeri gözyaşı seline çevirmişlerdi. Bu durumu gören İmam Hüseyin: İnnâ lillâhhi ve innâ râciûn ( Biz Allah’tan geldik, O’na dönücüleriz) diyebilmişti.

 

Hasan Müçteba oğlu Hazret-i Kasım ki, güzellik göklerinde âlemi aydınlatan bir güneş ve letafet bahçesinde yeni yetişmiş bir lâle misali idi. Kasım, kardeşi Abdullah’ın gözü dönmüş Yezit yandaşları tarafından şehit edildiğini ve kanlar içerisindeki cansız bedenini görünce, dünyası kararmıştı. Hiç vakit kaybetmeden Kerbelâ sultanının yanına vardı ve ayağına yüz sürüp: Ey benim yüksek mertebeli amcam! İzin ver de ben de meydana atılayım ve bu hainlerden kardeşim Abdullah’ın intikamını alayım! dedi.

 

Kasım’ın savaşmak için izin istediğini gören Peygamber hanedanının hatunları, Kasım’ın eteğine sarılarak: Ey fazilet baharının gülü, senden bize Hasan Müçteba’nın kokusu gelir! Senin ayrılığına dayanamayız!” diyerek feryat ediyorlardı. Diğer taraftan Hazreti İmam Hüseyin, Kasım’ın yolunu kesti: Ey seyitler eyvanının güneşi! Büyük kardeşimin adı, seninle anılır. Ve sana hiç kimse bedel olamaz diyerek Kasım’ın savaş meydanına gitmesine engel olmaya çalışmıştı ama nafile Kasım, kararlıydı.

Kasım, babası Hazreti Hasan’ın kendisine bir vasiyet bıraktığını hatırladı. Hazreti İmam Hasan vasiyetinde: Ey oğlum Kasım! Sana vasiyetim budur ki, amcan Hüseyin, Kerbelâ çölünde belâya uğradığında, onun uğrunda canını feda etmekte sakın kusur etmeyesin diyordu. Bu vasiyeti amcasına okuduktan sonra meydana gitmek için tekrar izin istedi. O vakit İmam Hüseyin de: Ey göz nuru ve ey seyitlerin üstünü! O Hazretin bana da bir vasiyeti vardı. Ama bunu gerçekleştirmeğe devran müsaade etmedi dedi.

 

İmam Hasan şahadet şerbetini içmeden önce kardeşi İmam Hüseyin’i yanına çağırmış: “Çocuklarım sana emanet, onları boynu bükük bırakma, onlara sahip ol. Oğlum Kasım, kızın Fatma’ya tutkundur, onları sevgilerinden mahrum bırakma, onların iffetini koru. Evlatlarımı sana ve seni de Vacib-ül vücud olan Allah’a emanet eyledim! diye vasiyet etmişti. İmam Hüseyin, Kerbelâ çölünde bu son vasiyeti hatırladı. Kerbelâ çölü kandı, zulümdü, karanlıktı, feryatlar dinmiyordu. Ehl-i Beyt ailesinin figanı hiç dinmiyordu. Bu haleti ruhiye içerisinde İmam Hüseyin, çadırlara girdi. Eşi Şehribanu ve kardeşi Zeynep oradaydı. Yüzlerine tekrar baktı. Hepsi solmuştu, hepsi yıkılmıştı, hepsi perişandı. Felek cevri cefasını bütün Ehl-i Beyte vermişti. “Kızım Fatma’ya gelinlik giydirin” dedi İmam Hüseyin. Kasım delikanlıydı, gençti, yüreğinde bahar rüzgarları esiyordu, henüz yaşama ve gençliğe doymamıştı!.. Çadırda feryatlar duyuluyordu.

 

Kasım’ın feryatları geliyordu. Kardeşi Abdullah’ın kanlı cesedi kucağındaydı. Kardeşi Abdullah’ın feryadına savaş meydanına koşmuş, kardeşine ulaşmış, onu kurtarmaya çalışmıştı. Abdullah kan içindeydi, ölümcül yaralar almıştı. Kasım’ın yüreğinde ki acıya âlem bile titriyordu. İşte Kasım bu haldeydi. Onu da getirdiler çadıra. İmam Hüseyin Kasım’la göz göze geldi. Kasım titriyordu. Ey yüce Allah’ım! Sanki karşısında abisi İmam Hasan vardı. Ne kadar da benzerlik bu, İmam Hüseyin, yerinden kalktı. Kasım’ın elinden tuttu.

Kızı Fatma’nın eliyle birleştirdi ve nikâhlarını kıydı ve Kasım’a dönerek: Sizleri dünyanın kan ağladığı bir günde, birbirinize nikâh ediyorum. Biliyorum ki biraz sonra senin de şahadetini göreceğim. Ancak buna rağmen sevginiz cennet gibi temiz olsun. Yarın Arş-ı Âlâda birbirinize kavuşursunuz dedi.

 

     Kasım, dönüp bir kez olsun Fatma’nın yüzüne bakamamıştı, titriyordu…

Kasım amcasına sarıldı, ikisi de ağlıyordu. Ehl-i Beyt kadınları hıçkıra, hıçkıra ağıyorlardı.

Kasım tekrar, “Ey amca! Bana da izin ver, şehitlik şerbeti bizim için kurtuluştur. Döndü baktı çadırların önü şehitlerle doludur, tekrar, izin ver bana amca dedi Kasım.

İmam Hüseyin, “Ey yaşama doymamış oğul! Büyük kardeşimin adı seninle anılır, onun kokuları gelir senden. Bana güç ver Allah’ım! Bana güç ver diyerek inledi.

Kasım, “Ey amca! Öyle masum olma, biz kanımızla and içtik. Büyük dedemiz Muhammed Mustafa’nın, dedemiz Aliyy’el Murtaza’nın, babam Hasan’ül Mücdeba’nın kanları pahasına kurdukları yolu, koruyacağız. 

Âlemin kurtuluşu bizim kanlarımızla olacak diyerek amcasını teselli etmeye çalıştı. Bu arada henüz murada erememiş olan gelin Fatma, Kasım’ın yüzüne dahi bakamadan feryat ediyordu: Ey Peygamber ecdadı! Kıyamet günü seni hangi makamda arayayım? Ve ne alâmetle seni bulayım?”

Kasım: “Ey Fatma, gonca gül! Beni kıyamet günü parçalanmış gömleğim ve nemli gözlerimle dedelerimin hizmetinde bulursun! diyerek, atını savaş meydanına sürdü. Kasım’ın savaş meydanına gideceğini anlayan Ehl-i Beyt kadınları: Ey saadet gecesinin ışığı!.. Ey seyitlik güllerinin goncası! Bu emaneti kime bırakıp gidersin?..” diyerek feryat ediyorlardı.

Kasım: “Bizim birleşmemizin vadesi, kıyamete kalmıştır, beni mazur görün diyerek, düşman saflarına doğru sürdü atını, Arkasındaki feryatları duymuyordu artık Kasım. Fatma, gözlerinin önüne geldi, feryatlarını duyar gibiydi. Savaş meydanına geldi, künyesini okudu.

         Karşısına er diledi. Savaş tecrübesi yoktu, mahzundu ama yüreğindeki isyan ve öfke, onu zapt edilmez bir yiğit yapmıştı. Karşısına çıkan savaşçılarla vuruşmaya başladı. Başına aldığı darbeden kanlar geliyordu. Bir yandan gözüne akan kanları siliyor, bir yandan da çadırları son kez görmek istiyordu. Bir de içinden: Amcam ne haldedir, Fatma ne haldedir acep diye düşünüyordu. Gücü tükenmişti, çok yara almıştı. Atın üzerinde dengesini kaybetti, tutunmaya çalıştı, başaramadı. Attan düşerken feryatlarını çadırlardan duymuşlardı. “Ey amca! Edrikni (Yetiş)” diye İmam Hüseyin’i çağırıyordu.

İmam Hüseyin, büyük bir tefekküre girmişti. Kasım’ın sesini duydu. Atını şuursuzca düşman saflarının üstüne sürdü. Kasım ortadaydı. Attı kendisini onun üstüne... Kasım’ın gözleri açıktı, ama kandan gözükmüyordu, yüzündeki gülümseme donup kalmıştı ve Ehlibeyt hanedanından bir yiğit daha şehitlik mertebesine ulaşmıştı.

 

                                               

                                                     Alevi İslam İnanç Hizmetleri Başkanlığı

                    

 

 

    

 HZ. HÜSEYİN’İN KARDEŞİ HAZRETİ ABBAS   (9. Gün)

 

Hz. Celal Abbas, Hz. Ali’nin ikinci evliliğinden olan oğludur. Hz. Fatıma anamız Hakk’a yürümesinden on üç yıl sonra Hz. Ali Amir b. Kabilesinden Ümmül Benin ile evlenir. Hz. Ali’nin bu evliliğinden Celal Abbas dünyaya gelir. Celal Abbas’ın 3 erkek ve 1 kız kardeşi daha olur.

Hz. Ali efendimizin Hakk’a yürümesinden sonra Celal Abbas ve kardeşleri, Hz. İmam Hasan’ın himayesi altında büyürler. Celal Abbas, kendisiyle birlikte Hz. İmam Hasan’ın himayesi altında büyüyen hem Hz. Muhammed’in hem de Hz. Ali’nin amcasının kızı “Lübabe” ile evlenmiştir. Bu evlilikten 5 oğlu, 2 kızı olmuştur.

 

Hz. İmam Hüseyin’in sancaktarlığını da yapan Hz. Abbas ve diğer kardeşleri, Hz. İmam Hüseyin’le birlikte Kerbela’da Şehit olmuşlardır.

Hz. Abbas’ın annesi Ümmül Benin, oğlu Abbas’la ilgili olarak şunları söylüyor. yavrum Abbas, daha küçük bir çocukken bir gün babası Hz. Ali, onu kucağına almıştı, ellerini, kollarını öptü sonra da ağlamaya başladı. Onu bu halde görünce yüreğim yandı, ciğerim parçalandı. Zira, güzel ve şirin bir yavruyu kucağına alıp da ağlayan bir babayı ne görmüştüm, nede duymuştum.

 

Kendi kendime; bunun bir sebebi olmalı diye düşündüm. Daha sonra hayat yoldaşım Ali’ye dönerek niçin ağladığını sordum. Eşim Ali, bir yandan ağlıyor, bir yandan da cevap veriyordu. Kerbela çölünde abisi Hüseyin’e yardım ettiği sırada, kâfirler tarafından oğlum Abbas’ın kolları kesilecek dedi. Ben bu haberi alınca dayanamayıp ağlamaya başladım. O vakit Hz. Ali; şunu da bilmenizi isterim ki, gözümüzün nuru Abbas, Hakk Teala katında yüksek derecelere sahip olacak. Hakk Teala, daha önce kardeşim Cafer-i Tayyar’a nasıl iki kanat hediye ettiyse, ona da iki kolunun karşılığı olarak iki kanat bağışlayacak ve Abbas da bu kanatlarla, cennette meleklerle birlikte uçacak diyerek, bizleri teselli etti. 

 

İmam Hüseyin’in kardeşi Hz. Abbas, kahramanlığıyla tanınıyordu. Uzun boylu, geniş omuzlu, karşıdan bakınca babasına, yani Hz. Ali’ye benziyordu.

Kerbela faciası sırasında yezid ve yandaşları, Fırat suyunu Ehli-Beyt ailesine yasaklamışlardır. Kerbela çölünde, kızgın güneşin altında günlerce bir yudum suya hasret bırakılan Ehli-Beyt hanedanı, özellikle küçük çocuklar ve yaşlıların su, su diye, diye feryatları dayanılmaz bir hal almıştır.

 

Bütün yakınlarının, Ehl-i Beyt dostlarının tek tek şahâdetini gördü. Abbas, Kerbelâ Sultanı olan o Hazretin rikâbına yüz sürüp: Ey sabır ve tahammül gemisinin kaptanı! Ve ey teslim Kafı’nın anka kuşu! Benim için de, yüksek âlemlerde bayrağımı dalgalandırıp, ukbaya göç etmek zamanı geldi! diyerek savaş meydanına gitmek için niyazda bulundu.

Hz. Ali’nin oğlu Abbas, İmam Hüseyin’den izin alıp düşman saflarının önüne geldi.

Adını, sanını söyledikten sonra: Ey mürüvvetsiz kavim! Eğer nasihat makbul ise, Hz. İmam Hüseyin’den size elçi olarak gönderildim. Ey vefasızlar! Kerbelâ Sultanı olan Peygamber torunu, Ali Murtaza’nın göz bebeği ve gözünün nuru, Zehra’nın ciğer köşesi buyurdu ki:

>”O’na vefakâr olan kimselerin hepsini öldürdünüz.

Hâlâ vakit gelmedi mi ki, bu durumdan pişman olup, susuzluk ateşinden ıstırap çeken kadınlara ve çocuklara bir içim su verip taze dudaklarını ıslatsınlar! Veya izin veriniz ki onları alıp Hind veya Çin taraflarına gidelim, Hicaz mülkünü size bırakalım. Sizinle kıyamete kadar düşmanlık etmeyeceğime dair şart koşayım!

       

Bu sözleri işiten Yezid’in askeri arasında bir huzursuzluk başladı, yaptıklarından pişman olanlar mırıldanmaya başladı. Bunu fark eden komutanlar, fitne kopmasından korkarak derhal Abbas’ın karşısına geçerek, böyle bir talebin yerine getirilemeyeceğini söylediler. Bu cevabı alan Abbas, tekrar İmam Hüseyin’in yanına dönüp durumu kendisine bildirdi. Bu arada Ehl-i Beyt çadırında bulunan çocuklardan: Su, su Sususuz!” diye feryatlar yükseliyordu.

Hazret-i Abbas, çocukların bu feryatlarını duyuyordu, yüreğindeki o büyük acıya, isyana mâni olamıyordu. Küçücük yavruların susuzluk feryatlarını, kadınların çaresizliğini, yaralıların: Medet ey Allah’ım medet, Allah, Muhammed, Ali aşkına bir yudum su diye feryat edip ağladıklarına tanık oluyordu.

 

Hz. Abbas’ın dayanası kalmamıştı. Kardeşi İmam Hüseyin’e gidip izin istedi. İzin ver şu yavrulara biraz su getireyim. Düşman ordularını yarar geçerim demişti. İzin aldı, atına atladı, onca zulüm yaşamıştı ki, onca şahadet görmüştü ki, O’nun için ölüm nedir ki, kurtuluş olacaktı artık ölüm. Su, su  Sususuz! Allah aşkına su!..” diye inliyordu çocuklar ve kadınlar. O, sadece bu feryatları duyuyordu.

Kademe kademe sarılan Yezid’in ordusunu yardı geçti, Fırat’a vardıklarında “Ukap” adlı atından kanlar damlıyordu. Yaralar almıştı, cins Arap atı. Atıyla birlikte Fırat Nehrine girdi.

 

Abbas’ın susuzluktan dudakları çatlamıştı. Çöllerde günlerdir susuzluk çekiyorlardı, ciğerleri parçalanıyordu. Avucunu doldurdu, dudaklarına kadar götürdü, gözlerinin önüne İmam Hüseyin’in küçük kızı Sakine geldi, diğer yavruların feryatları geldi. Susuzluktan taşların soğukluğuyla susuzluğunu gidermeye çalışan yavrular geldi, inim inim inleyen hastalar geldi. Ya Rabbim! Affet beni, onlar susuzluktan feryat ederlerken ben nasıl su içerim ki!.. Tulumunu doldurdu, sol omuzuna astı, yüzüne su serpti, suyun serinliğini tâ yüreğinde hissetti. Fırat’a baktı, hüzünlü hüzünlü akıyordu. Sanki o da utanıyordu, amaçsız akışından...

 

Oysa az ileride su feryatları vardı, ağıtlar vardı, ölümler vardı, tarihin sayfalarına yazılacak mezâlim vardı. Abbas, atını mahmuzladı, çadıra doğru yıldırım gibi gidiyordu. Yezit askerleri, görmüşlerdi, bağırdılar; bırakmayın, saldırın! Geçit vermeyin...”

Abbas, elinde kılıç, başında daireler çizerek düşmanı yarmaya çalışıyordu.

Medet! Medet ey Allah’ım medet, bana yardım eyle...

 

Çöl yazıda ekilmiş bir kara duman
Dumanın içinde İmam görünür
Abbas at üstünde vermiyor aman
Yezidin askeri yaman görünür.
 

 

İmam Hüseyin, çadırlardan Abbas’ın sesini duymuştu, ayağa kalktı: Yarab! Yardım eyle Abbas’ıma” diye yalvardı. Abbas unutmuştu kendini, tek amacı, masumlara suyu yetiştirmekti. Bir haramzade, pusudan çıktı, bir kılıç darbesiyle sol kolunu kopardı. Tulumu sağ omuz’una aldı, atını mahmuzladı. Atı da sanki suyu yetiştirmek için şahlanıyordu. İkinci bir kılıç onun diğer kılıç tutan kolunu da kopardı. İki kolu da yoktu Abbas’ın, Amcası Cafer-i Tayyar’ı hatırladı. Mute harbinde ordu komutanı iken onun da iki kolunu koparmışlardı. Peygamber efendimiz, Kolları yerine, cennette ona kanat verildi diye buyurmuştu. Abbas, bunları düşünerek hiç metanetini kaybetmedi.

 

          Abbasın giydiği keten gömlektir
          Gömleği soyulmuş kolları yoktur
          Bir değil beş değil yarası çoktur
          Abbas'ı vuranlar elbet sürünür.

 

Ya Rab! Çocuklara söz verdim, Bana yardım eyle” diye inledi. Tulumu ağzına aldı, atını doludizgin sürüyordu Abbas. Bir ara bacaklarında serinlik hissetti, tulum delinmişti, ok atıldığını bile hissetmemişti, al kanlara bürünmüştü. Çöl olanca sıcaklığınca yakıyordu. Acılar yakıyordu, umudu tükenmişti.

Hangi yüzle gideyim! Atın üzerinde titriyordu, dengesini sağlayamıyordu, gücü tükenmişti, çadırdakiler gözünün önüne geliyordu.

  • Ya Rabbi! Bu ne beladır ki Ehl-i Beyt’e bir damla su nasip olmaz!

seda geldi ki; “Ey Abbas! Ahret derecelerini elde etmek kolay olmaz.

Tanrı yoluna girmiş olanlardan hiçbiri, cefa çekmeden, meramını elde edemez” diye sesleniyordu. Abbas’ın gözleri görmez olmuştu, karanlıklar âlemi bu muydu? Atından düşerken bağırdı.

 

Ya Rabbi! Edrikni! edrikni! (Yetiş kardeşim! Yetiş) Mazlum Hüseyin, bu çağrıyı duyunca, Abbas’ın imdadına yetişmek için derhal atına atladı, yıldırım gibi sesin geldiği yöne sürdü.

İnen darbeler Abbas’ı at üstünden düşürmüştü, etrafını sarmışlardı. İmam Hüseyin, yıldırım gibi üzerlerine sürdü atını ve yere atladı. Abbas kanlar içinde kolsuz yatıyordu.

İmam Hüseyin’in feryadı, Kerbelâ çöllerinde yankılandı. O vakit İmam Hüseyin: Ey kardeş sende mi, beni buralarda tek başına koyup gidiyorsun işte şimdi elim, kolum, belim kırıldı!” diyerek öyle bir ah çekti ki, Kerbelâ toprağını titretti.

Abbası kucağına aldı, metanetine hâkim olamadı, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, Abbas’ın gözleri açıktı. Kandan gözleri gözükmüyordu, gözlerinde ki kanları sildi, ağzında halen su tulumunun ipi vardı. Medet!... Medet senden olsun Ey Allah’ım. Dudaklarından dökülen son kelamlardı.

Hz. Hüseyin’in kimsesi kalmamıştı. Eli silah tutan herkesin şahadetini tek, tek gördü, tek, tek yaşadı. Her şahadette onlarla birlikte bin kez şehit oldu. Ölümün karanlık yüzünü binlerce kez gördü ve tattı. Kerbelâ demek gözyaşı demekti, figan demekti, ağıt demekti, kan ve zulüm demekti. Bu zulmü İmam Hüseyin, tâ yüreğinde hissediyordu. Çöl sıcaktı, çöl bunaltıcıydı. Çadırların arkasına döndü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Her taraf şehit kanlarıyla sulanmıştı. Ah dedem Muhammed! Ah babam yiğit Ali! Neredesiniz? Çok yalnız kaldım

 

HZ. ALİ EKBER; İmam Hüseyin’in büyük oğlu Ali Ekber karşısındaydı. Henüz 21 yaşındaydı, gençti, yakışıklıydı. Büyük dedesi Hz. Muhammed’e benziyordu. Rivayet ederler ki, Ali Ekber henüz 21 yaşında olup sümbül kokulu saçları, yanağının gülleri üstüne gölge salmakta idi ve etrafındaki lâle bahçeleri taze menekşelerle süslenmişti. Ne zaman ki, Resulallah’ın sesini ve sözünü duymayı arzulasalar, onun şekerler dökülen gül dudaklarını açtırıp konuştururlardı. Ne zaman ki, kâinatın efendisinin yüzünü görmeyi arzulasalar, onun yüzünden sevinç nurları aksettirirlerdi.

 

Ali Ekber, “Ey Baba! Ben o kadar zulum, o kadar kan gördüm ki, benden başka eli silah tutan kalmadı. Senin şahâdetini görmek istemiyorum, buna dayanamam, bana, izin ver baba” diyerek savaş meydanına çıkmak için izin istedi. “Ey oğul! Senin gördüklerini ben yaşamadım mı, ben görmedim mi? Her şehidin şahâdetinde ben de milyon kez şehit oldum oğul! Hani nerede Abbas, hani nerede Kasım, hani nerede Hür! Hepsi kefensiz olarak şurada yatıyorlar oğul!...” İmam Hüseyin, “var git zırhını getir, seni kendi ellerimle giydireceğim oğul” dedi.

 

İmam Hüseyin, babasının yeşil sarığını oğlunun başına giydirdi, yine babasından yadigâr kalan kemeri oğlunun beline bağladı, saçlarını düzeltti, zırhını giydirdi. Kız kardeşi Zeynep ve Annesi Şehriban,  bu manzarayı görünce, feryatlara başladılar. Sarılmışlardı Ali Ekber’e, İmam Hüseyin, sarılmıştı oğluna, susuzluktan dudakları çatlamıştı. Ali Ekber alev, alev yanıyordu. Annesi Şehriban, bırakmak istemiyordu. Annesinin ve halasının ellerini, yüzüne sürdü. Atına atladı ve doludizgin düşman saflarının üzerine sürdü atını.

 

Ali Ekber, her tarafı dolaşıp kahramanlıklar gösterdikten sonra Yezid ordusunun önüne gelip adını ve sanını söyledikten sonra şöyle seslendi: “Takva dalının çiçeği benim! Hüseyin bin Ali Murtaza’nın oğlu benim! Ey Allah’tan korkmaz, Resulü Ekrem’den haya etmez insanlar!.. Babamın yanında bir tek ben kaldım.

Beni de öldürünüz de, babamın felâketini görmeyeyim” diyerek öyle bir nâra attı ki, Ali Ekber’in acıyla söylediği bu sözler, düşman safları üzerinde etki yapmıştı. Hiç kimse Ali Ekber’in karşısına çıkmak istemiyordu. Ali Ekber, daha fazla beklemeden düşman saflarının içersine daldı, kahramanca dövüştü, bu arada yaralar da almıştı.

Babasını ve Ehl-i Beyt kadınlarını bir daha görebilmek için atını çadırlara doğru sürdü. Babasının yanına gelince, Babacığım! Susuzluk beni helâk ediyor. Ve demirlerin ağırlığı altında eziliyorum! Eğer bir damla su ile ateşimi yatıştırmış olsaydım, düşman askerini tufana boğardım! Ne olur bir yudum su diyerek feryat ediyordu.

 

Hz. İmam Hüseyin, mübarek elleriyle oğlunun yüzünü tozlardan temizledi; ey oğul sabret Kevser havuzu başında kana, kana şerbetini içeceksin. Diye buyurdu. Ali Ekber, tekrar savaş meydanına döndü ve peş-peşe pek çok düşman askerini saf dışı bıraktıktan sonra, üzerine gelen binlerce düşman askerinin savurduğu kılıç ve mızrak darbeleriyle çok yaralar almıştı. Buna rağmen, hiç telaş etmeden, aynı dedesi Murteza gibi savaşıyordu. Bir ara, aldığı yaraların acısı ile inledi: Ah Kerbü-belâ ah.! Ah susuzluk ah!..” diye feryad etti.

 

Atın üzerindeydi Ali Ekber, henüz düşmemişti. Çadırlara döndü baktı. Anasını düşündü, babam ne haldedir dedi. Döndü baktı çadırlara doğru, viran olmuştu çadırlar. Kanlar içindeydi, başını kaldırıp çadırları görmek istedi, kanlar sızıyordu yaralarından. Gözleri görmez olmuştu, kan çanağına dönmüştü gözleri, attan düşmek üzereyken, bağırdı: Edrikni baba. Edrikni baba!.. (yetiş baba, yetiş)

İmam Hüseyin, feryadı duymuştu. Evladının sesini, son bir kez daha duyabilmek için kendinden geçmişti. Feryatla atına atladı, delicesine sürüyordu, Ali Ekber’ine yetişmek istiyordu bir an önce. Son kez bir daha bağrına basmak istiyordu oğlunu. Atı Ali Ekber’in başındaydı, bırakmıyordu onu.

İmam Hüseyin, atından indi: Yetiştim oğul, yetiştim!” diyerek kucakladı oğlunu, yüzündeki kanları sildi, başını kucağına aldı okşadı, artık dayanamıyordu. Kerbelâ çölleri inliyordu, feryatları duyuyordu. Ali Ekber, gözlerini açmaya çalıştı, son kez babasını görmeye çalıştı, ağzını açtı... “Baba su, su” diyebilmişti ancak.

İmam Hüseyin, yüzüğünü çıkardı, dudaklarına değdirmeye çalıştı.”Sabret ey ciğer köşem sabret! Senin için Kevser şerbetin hazırdır!” diyerek oğlunu teselli etmeye çalıştı. Ali Ekber’in son sözleri “edrikni ya ebta” Şehzadenin sonu olmuştu. (Ey babacığım! Yetiş)

Hz. İmam Hüseyin, o mazlumun feryadını duymuş, ihtiyatsız olarak savaş meydanına koştu ve o selvi boyluyu, topraklar üzerinden kaldırıp çadırlara götürdü. Yanağını yanağına sürerek, “Ey gönlümü bağladığım oğul!.. Ne olur biraz konuş” diye oğluna sesleniyordu. İmam Hüseyin’in feryadına, çöl isyan ediyordu. Ali Ekber’in kanlı vücudu, cansız olarak kucağındaydı. İmam Hüseyin, kaldırdı başını havaya, açtı ellerini:

“İnna Lillah İnna İleyhi Raciun” (Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz.)

Vedalaşmak için sırada en küçük yavrusu Ali Asgar vardı. Kerbela’nın en küçük kahramanı Ali Asgar’la da vedalaşmak istiyordu şehitler serveri. Zeynep’e dönerek minik yavrusunu istedi:

 Ey benim vefalı kardeşim! Kundaktaki yavrumu getir bana, gönlüm onunla da vedalaşmak ister dedi. O’nun bu talebi üzerine günlerdir susuzluktan ve açlıktan sütü kesilmiş ve yavrusuna bir damla süt dahi veremeyen Rebâb Ana’nın kucağındaki Ali Asgar, anasının kucağından alınıp, İmam’ın kucağına verilmişti. İmam Hüseyin’in kucağındaki minik yavru, açlıktan ve susuzluktan, ölüm halindeydi.

 

İmam Hüseyin, minik yavrusunu alıp, düşman saflarının karşısına vardı. Maksadı, belki bu küçük yavruya bir yudum su verirler diye düşünmüştü.  Yavrusunun kuruyan dudaklarına son kez sıcak bir buse etti. Ancak, yüreği onun acı feryadına dayanamıyordu.

Minik yavruyu havaya kaldırıp Kûfelilere: Ey Yezid'in yandaşları! Beni buraya sizler çağırmadınız mı? Davet edenler sizler değil misiniz? Beni tanımıyor musunuz? Ben kimim, Hazret-i Fatma’nın oğlu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber’inizin torunu değil miyim? Herhangi birinize benden bir zarar geldi de bunun intikamını mı alıyorsunuz? Farz edelim ki,  sizin gözünüzde ben zalim ve dinden çıkmış biri de olsam, en azından şu masum çocuğa Muhammed'in dini hürmetine bir yudum su verin diye seslendi.

 

Ancak, o sırada Kûfe askerleri arasından namerd bir okçu asker de onları sinsice izliyor, şeytani planlar kuruyordu. Oku, torbasından çıkarıp yayına yerleştirerek minik yavruyu nişan aldı. Kısa bir süre sonra ok yayından çıkmıştı bile... Hüseyin’in veda öpücüğü henüz sıcaklığını kaybetmemişken Ali Asgar’ın narin bedeni bir anda sarsılmış, bembeyaz kundağı bu okla al kanlara bulanmıştı.

 

Ali Asgar,  babasının elinde can verirken düşman saflarından yükselen sevinç çığlıkları, daha da fazlalaşmıştı. Küçük yavru, gerdanına saplanan okla birlikte babasının kucağından halası Zeynep’in kucağına taşındı. Hüseyin, avuçlarına dolan kızıl kanları gökyüzüne saçarken bir yandan da bağırıyordu: “Musibet ne türden olursa olsun, tahammülü benim için o denli kolaydır. Şüphe yok ki Allah, beni görüyor ve biliyor, şu anda!..” Hz. İmam Hüseyin, Ali Asgar’ı da diğer şehitlerin arasına koyduktan sonra, bu acı içerisinde kendi kendine: Ölüm, utanca düşmekten yeğdir; utanç ise ateşe girmekten beterdir.” diyerek duygularını açığa vuruyordu.

Oğulları, tüm yakınları, sevdikleri gözlerinin önünde şehit olmuştu. Süt emer yavrusu kucağında oklanarak şahadet şerbetini içmişti.

 

 

                                                     Alevi İslam İnanç Hizmetleri Başkanlığı

                    

 

 

HAZRETİ İMAM HÜSEYİN’İN ŞEHADETİ          (10. gün)

 

Hz. İman Hüseyin’in yanında savaşan can dostları ve aile efradı teker, teker şahadet şerbetini içmişlerdi, sıra İmam Hüseyin’e geliyordu.  Sabahın erken saatlerinde başlayan kanlı savaş, yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Artık Hüseyin’den başka savaşabilecek kimse kalmamıştı. Çünkü vefalı dostların tümü, az önce arka arkaya aşk diyarına doğru süzülmüşlerdi. İmam Hüseyin,  yavaş yavaş çadırlara doğru yürürken Ehl-i Beyt hatunlarına sesleniyordu: Ey Sakine, ey Fâtıma ve ey Zeynep! Allah’ın selamı size ve yanınızdaki diğer Ehl-i Beyt’ime olsun. Bu, benim size olan son selamım, sizinle son görüşmemdir. Bilesiniz ki, artık hüzün defteri size yeni, yeni sayfalar açacak, keder size daha da yakınlaşacaktır!..

 

İmam Hüseyin, daha fazla dayanamamış, son sözlerinden sonra ağlamaya başlamıştı. Bu sözler, aynı zamanda hazin sonunun da habercisiydi. Gözyaşları Kerbela sahrasında kaybolup giderken, herkes susmuştu. Ne var ki bu suskunluk fazla sürmemiş, düşman saflarındaki kahkahalar, küfürler ve çirkin çığlıklarla tekrar bozulmuştu. Onların bu çirkin saldırıları, Kerbela’yı kuşatmışken İmam Hüseyin, çadırların hemen önlerinde toplanan birkaç şehidin yanı başındaydı. Buruk bir dille, onların huzurunda feryadını tazeliyordu: Bana yardım edecek kimse yok mu?”

Bu cümlenin hemen ardından gözyaşlarına mani olamayıp tekrar ağlamaya  başladı: “Abbas, Müslim, Kasım!.. Neredesiniz? Neden Hüseyin’e cevap vermiyorsunuz? Siz değil miydiniz bir seslenişime bin can veren fedailer, şimdi ne oldu da cevap vermiyorsunuz bana? Allah’ım ne olur güç, kuvvet ver bana Hz. İmam, Allah’a sitemini böyle dile getirmeye, acısını böyle dindirmeye çalışıyordu.

 

Çünkü yarenlerinin, biricik yavrularının ve can dostu yakınlarının cansız bedenleri, onu pek çok hüzünlendirmiş, yasa boğmuştu.

O, şimdi kendi çadırına yönelmiş, Ehl-i Beyt’ine uyarılarda bulunuyordu: Gördüğünüz ve göreceğiniz cefalar karşısında sabredin. Yüksek sesle ağlamayın. Düşman sesinizi duyup da sevinmesin sakın! Sonra, kız kardeşi Zeynep’e döndü:

Hatırlıyor musun; sana hep derdim Sonsuz hayat sahibi yalnız Allah’tır diye. Ey kardeşim! Benden sonra kadınlar ve çocuklar sana emanet! Kardeşi Zeynep ve muhterem kızı Sakine, o an ağlamaya başlamışlardı. 

 

Onlar, çok iyi biliyorlardı ki, Hz. Hüseyin’in meydana çıktıktan sonra bir daha geri dönmeyecekti. Onun da diğer şehitler gibi paramparça edileceğini, atların altında lime, lime edileceğini ve şahadet şerbetini içip sonsuz diyara doğru uçup gideceğini biliyorlardı. Bu ayrılık ateşi onları tamamen yasa boğmuştu. Şimdi her üçü de ağlıyordu.

Vedalaşmak için sırada en küçük yavrusu Ali Asgar vardı. Kerbela’nın en küçük kahramanı Ali Asgar’la da vedalaşmak istiyordu şehitler serveri.

 

Zeynep’e dönerek minik yavrusunu istedi: Ey benim vefalı kardeşim! Kundaktaki yavrumu getir bana, gönlüm onunla da vedalaşmak ister dedi. O’nun bu talebi üzerine günlerdir susuzluktan ve açlıktan sütü kesilmiş ve yavrusuna bir damla süt dahi veremeyen Rebâb Ana’nın kucağındaki Ali Asgar, anasının kucağından alınıp, İmam’ın kucağına verilmişti. İmam Hüseyin’in kucağındaki minik yavru, açlıktan ve susuzluktan, ölüm halindeydi.

 

İmam Hüseyin, minik yavrusunu alıp, düşman saflarının karşısına vardı. Maksadı, belki bu küçük yavruya bir yudum su verirler diye düşünmüştü.  Yavrusunun kuruyan dudaklarına son kez sıcak bir buse etti. Ancak, yüreği onun acı feryadına dayanamıyordu.

Minik yavruyu havaya kaldırıp Kûfelilere: Ey Yezid'in yandaşları! Beni buraya sizler çağırmadınız mı? Davet edenler sizler değil misiniz? Beni tanımıyor musunuz? Ben kimim, Hazret-i Fatma’nın oğlu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber’inizin torunu değil miyim? Herhangi birinize benden bir zarar geldi de bunun intikamını mı alıyorsunuz? Farz edelim ki,  sizin gözünüzde ben zalim ve dinden çıkmış biri de olsam, en azından şu masum çocuğa Muhammed'in dini hürmetine bir yudum su verin diye seslendi.

 

Ancak, o sırada Kûfe askerleri arasından namerd bir okçu asker de onları sinsice izliyor, şeytani planlar kuruyordu. Oku, torbasından çıkarıp yayına yerleştirerek minik yavruyu nişan aldı. Kısa bir süre sonra ok yayından çıkmıştı bile... Hüseyin’in veda öpücüğü henüz sıcaklığını kaybetmemişken Ali Asgar’ın narin bedeni bir anda sarsılmış, bembeyaz kundağı bu okla al kanlara bulanmıştı.

 

Ali Asgar,  babasının elinde can verirken düşman saflarından yükselen sevinç çığlıkları, daha da fazlalaşmıştı. Küçük yavru, gerdanına saplanan okla birlikte babasının kucağından halası Zeynep’in kucağına taşındı. Hüseyin, avuçlarına dolan kızıl kanları gökyüzüne saçarken bir yandan da bağırıyordu: “Musibet ne türden olursa olsun, tahammülü benim için o denli kolaydır. Şüphe yok ki Allah, beni görüyor ve biliyor, şu anda!..” Hz. İmam Hüseyin, Ali Asgar’ı da diğer şehitlerin arasına koyduktan sonra, acı içerisinde kendi kendine:

Ölüm, utanca düşmekten yeğdir; utanç ise ateşe girmekten beterdir.” diyerek duygularını açığa vuruyordu. Oğulları, tüm yakınları, sevdikleri gözlerinin önünde şehit olmuştu. Süt emer yavrusu kucağında oklanarak şahadet şerbetini içmişti.

 

Tüm ehlinin, ahalinin tutsaklığa düşeceğini bilen bir kişinin böylesine ayak diremesi, böylesine gücünü kaybetmemesi ne görülmüştü ne de işitilmişti. Muharrem’in onuncu günüydü,10 Ekim 680 günlerden Cuma ikindi vakti, İmam Hüseyin’in kaybedeceği kimsesi kalmamıştı. İmam Hüseyin zülcenah isimli atına bindi, yıldırım gibi ölüm meydanına sürdü. Hz. İmam Hüseyin, Yezit ordusunun önünde durdu.


Geldim işte… Bir ben kaldım, ben ve sizler. Cesareti olan varsa yer değiştirelim. Gelsin buraya ve benim bulunduğum yerden, tek başına sizlere baksın. Korkudan durabilirse atın üzerinde, kendi başımı kendim keserim. Ama bende korkunun zerresi yok.

Çünkü bilirim ki; zalimin zulmünü, inanmışlığın direnci er geç yener. Bugün yenmezse yarın yener. Çünkü: YAŞAMAK, İNANMAK VE UĞRUNDA MÜCADELE ETMEKTİR.
Bu dünya ne yezitler görmüştür. Ne zalimler görmüştür. Ama sonu hüsran olmuştur. İnsana zulmedenin, insanları ayıranların, hakkı, hukuku gözetmeyenlerin sonu olmamıştır. Pınarlar kurur ama dağın suyu bitmez. İşte bunu anlamadınız.
Sizler sanıyorsunuz ki, bu başım kesilince her şey unutulacak, her şey bitecek, hayır bitmeyecek. Şu kumlar üzerine akan kanlar, esen çöl fırtınalarıyla savrulacaktır dünyanın dört bir yanına. Savruldukça da Ehlibeyt yeniden doğacak. Bizler yeniden doğacağız.
Ama sizler: Ölen sizler olacaksınız. Akıtılan bu kanlarda sizin sonunuz olacak. Haydi, bakalım işte önünüzdeyim öldürün beni…

Günlerdir çöldeki susuzluk ve acılar sarsmıştı şehitler şahını. O bin kez, milyon kez yakınlarının şahadetinde, evlatlarının şahadetinde ölüm şahadetini tatmıştı. Yarabbi kendine İslam’ım sözde diyenlerin kâinatın efendisi ve âlemlere rahmet olan Muhammed Mustafa’nın öz torunlarının çektiklerine, yaşadıklarına bir bakın hele.
Güneş bile isyan etmişti bu zulme, bu haksızlığa, sanki akşam karanlığı çökmüştü Kerbela’ya….İmam Hüseyin’in elinde dedesinin kılıcı, başında babasının sarığı, altındaki atı dedesinin hediye ettiği zülcenah soylu bir at vardı.İmam Hüseyin’in karşısına kimse çıkmıyordu.

 

Sa’d’ın oğlu Ömer, Bu Ali’nin oğludur, bu en çetin savaşçının oğludur, onunla teker, teker savaşılmaz, dört yandan üzerine saldırın. diye bağırdı. Derhal dört koldan Hz. Hüseyin’in üzerine saldırıya geçtiler. Bu arada bir bölüğü de kadınların ve çocukların bulunduğu çadırlara saldırdılar.

MEDET YA HÜSEYİN Kadınların feryadına döndü geri, çadırlara saldıranları püskürtmüştü. Bacısı Zeynep aslan kesilmişti.

         Hasta Zeynel Abidin’e ve kadınlara kalkan olmuştu. Çünkü eli silah tutanların hepsinin kanlı cesetleri ortalardaydı.
Zeynep İmam Hüseyin’i yanında görünce, baktı yara almıştı. İmam Hüseyin kanlarını gördü. Sarıldı kardeşine feryadını önleyemedi

İmam Hüseyin: Ey Ebu Süfyan yanlıları! Diyelim ki dininiz yok, ahretten de korkmuyorsunuz, hiç olmazsa dünyada hür olun.

Sandığınız gibi Müslüman’sanız, bari namusa riayet edin; sizinle savaşan benim, kadınlardan ve masumlardan ne istiyorsunuz? dedi. Bu söz üzerine Şimir: “Doğru söylüyorsun.” diyerek çadırlara saldıranlara mani oldu.

 

 

İmam Hüseyin çok susamıştı, düşmanın arasından sıyrılıp atını Fırat’a sürdü; önce atı Zülcenah’ın su içmesini bekledi, Sen de susuzsun, ben de susuzum; ama sen içmedikçe ben de içmeyeceğim.” dedi. Zülcenah başını suya eğdi, fakat içmedi; döndü Hüseyin’e baktı, gözlerinden yaşlar akıyordu o vefalı hayvanın.

 

İmam Hüseyin, eğilip bir avuç su aldı, tam içeceği sırada: Sen su içiyorsun, oysaki şu anda düşman çadırlara saldırıyor. diye bir bağırış duydu. Avucundaki suyu döküp çadırlara doğru atını sürdü, o vakit anladı ki bu, onun su içmemesi için bir uyarıydı.

Çadırlara kadar varan İmam Hüseyin, ehliyle, ahaliyle bir kere daha vedalaştı: Tutsaklığa hazır olun, bilin ki Allah sizi koruyacaktır, sakın şikâyet etmeyin, şanınızı alçaltacak sözler söylemeyin, sabredin. dedi.

 

Rivâyet edilmiştir ki o sırada günlerdir çadırda hasta yatmakta olan Zeynel Abidin, Ali Asgar’ın da şehit edildiğini görünce, sıranın kendisine geldiğini anlayıp düşe kalka hasta yatağından dışarı çıkıp zırhını giyinmiş, silahlarını kuşanmış, İmam Hüseyin’den savaşa gitmek için izin istemişti. Ancak çok zayıftı, titriyordu. Tam meydana yürüyecekti ki Hz. İmâm Hüseyin: Ey gözümün nuru!  Şu anda sana şehitlik izni yoktur çünkü Hz. Peygamber’in soyu, yani Ehl-i Beyt’nin devamı sana bağlıdır. Mustafa ve Murtazâ’nın soyunun bekâsı senin sağ kalmana bağlıdır! diyerek onun savaşa gitmesine izin vermemiştir.

 

Hz. Zeynel Abidin:  Ey baba! Ben şahadet şerbetinden mahrum mu kalacağım? dedi. Hz. İmam Hüseyin: “Ey ciğer köşem! Belâ meclisinde şahadet kadehini içmene henüz sıra gelmemiştir. Oğlu Zeynel Abidin’i bağrına bastı. Yüzünü yüzüne sürdü, O’na veda etti: Ey gözümün nuru! Sabırı elinden bırakma ki o yol Peygamberlerin ve evliyanın ahlâk yoludur. Eğer bize bu musibet nasip olmasaydı, bizden sonra gelecek Müslüman kimselere, bir belâ inse, onu ilâhi bir gazap diye düşünerek üzüleceklerdi. Ne saadet ki, belâ bizim yanımızda hakikat ehlinin sevgilisidir. Ve musibetin başa gelmesi ümmetin Allah’tan korkanları için teselli sebebidir.

 

Bundan sonra Hz. İmam Hüseyin, annesinden kalan Mushaf’ı, dedesinden ve babasından kalan mukaddes emanetleri oğlu Hz. Zeynel Abidin’e teslim eder. Bunlar kıyamet ilmi ve baki ilimlerdi ki bunları imamlardan başkasının muhafaza etmesi mümkün değildi.

Böylece Hz. İmam, vasiyetlerini tamamladı ve emanetleri oğluna teslim ettikten sonra “Ehl-i Beyt’e” kadınlarına ve çocuklara “Allah’a ısmarladık” diyerek meydana yürüdü ve tekrar Kûfelilerin karşısına çıkarak:  Ben Resullah’ın oğluyum, ben Allah’ın velisi Ali Murtaza’nın evlâdıyım! diyerek son bir defa daha zalimler topluluğuna seslenerek şunları söyledi: Ey zalim kavim? Ey gaddar topluluk! O yüce Allah’ın kahredici kahrından çekinin ki O Allah, Firavun’un yanında bulunanları Nil ırmağının selleri içinde boğdu. Fil ashabının askerini Ebabil kuşlarının hücumu ile mağlup etti.

Korkun o Allah’tan ki o Cebbar’ın gazabından ki Lut kavmi asillerinin şehrini darmadağın etti. Nuh oğullarının yurduna ölüm selleri yürüttü. Ey zalimler! Eğer kaza divanının Hâkimi’ne, Hz. Resul’ün şeriatına inanıyor ve bunlara boyun eğiyorsanız bu işlerin sonunu düşünün, bu zulümlerden tövbe edin. Bana âmân verin ki bu çocukları, bu kadınları ayakaltında ezdirmeden Habeş diyarına veya Anadolu’ya göndereyim. Bu Arap adası ile Babil topraklarını size bırakayım.

 

Hz. İmam Hüseyin’in bu sözlerinden sonra askerlerinin inançlarını değiştireceğini anlayan Yezîd ordusunun başındakiler: “Ey Hüseyin! Bizim savaşımız Yezîd’in emriyledir. Senin kurtuluşun ona biat etmektir. Ya kabul edip biat edersin ya ölüme boyun eğersin!” dediler. İmam Hüseyin’in kaybecek bir şeyi kalmamıştı, yezid’in ordusu içine dalar. Komutan okçulara şu emri verdiler: Hüseyin’i göz açtırmadan ok yağmuruna tutun! Askerler de Hz. İmam’ın üzerine ok yağdırmaya başladılar. Öyle ki hava ok kanatlarıyla doldu. Ama Rabbi’nin himayesi ile korunan o dünya sığınağı, Hz. Muhammed’in göz nuruna bir zararı dokunmadı. Tüm bu olanlara rağmen Hz. İmam Hüseyin,  meydanda dolaşıp : Er istiyorum!” dedi ve karşısına çıkanları bir vuruşla öldürdü.

 

 Rivayet ederler ki o anda nida bir ses: Ey sevdiğimin, sevdiği Hüseyin! Ben senden yiğitlik değil, şahadet bekliyorum. Sen ise yiğitlik göstermeye kalktın. diye sesleniyordu. Bu hitabı duyan İmam Hüseyin, savaşmaktan vazgeçer, düşman askeri etrafını sarar, mızrak ve kılıç darbeleriyle ağır yara almıştır İmam Hüseyin, dayanacak gücü kalmamıştır atından düşer. Düştü Hüseyin atından sahrayı Kerbela’ya, Cibril git haber ver Sultan-ı embiyaya Çadırlara bakmak ister son bir kez, güç kalmamıştır. Başını kaldıramadı, o boyun eğmeyen mübarek baş düşmüştü toprağa, toprakta isyan etmişti, çölde isyan etmişti bu zulme. Kerbela’da kan vardı, zulüm vardı, ağıt vardı. Bu soylu insanların şahadeti vardı. Birde güneşin isyanı vardı. Çünkü güneş batmıştı kerbela’da. Kanlar içinde yatan Hz. İmam Hüseyin; Hükmüne razıyız Allah’ım diyerek, Allah’tan şükrünü kesmiyordu.


Ömer İbn-i Sa’d, Hz. İmam’ın yere düştüğünü görünce hemen öldürülmesini istedi. Ömer’den bu emri alan bir Kûfeli asker, Hüseyin’i öldürmek için yanına gitti. O zaman Hz. İmam Hüseyin, zoraki kafasını kaldırır ve Ey bedbaht! Beni öldürecek adam sen değilsin.

Bu kötü işe kalkışma ki yazıktır. Sonra cehennem ateşine uğrarsın.O adam ağlayarak:

>“Ey Resulallah’ın oğlu! Bu halde iken bile hâlâ bize acıyorsun. Hak ehli olduğuna şüphem kalmadı!”<dedi.

Ve korkusuzca geriye dönüp elindeki kılıcı Sa’d oğlu Ömer’e fırlattı. Ömer’in adamları koştular, kılıcın ona vurmasına engel oldular ve öldürdüler

 

Sad’ın askerleri o kişiyi öldürdüler. Bu olanlardan sonra Enes oğlu Sinan ile Şimir Zilcevşen, Hz. İmam Hüseyin’i şehit etmek için üzerine yürüdüler. Zalim Şimir, öne atılarak yerde yaralı yatan, İmam’ın karşısında dikilir.

 

Hz. İmam gözünü açar: Ey bahtsız adam! Sana kim derler? diye sordu. O alçak: Ben Şimir Zilcevşen’im! diye cevap verdi. Hz. İmâm: Zırhının ucunu pis yüzünden çek ki, seni göreyim! dedi. Şimir, zırhını çekip pis yüzünü gösterdi. Hz. İmam Hüseyin, o alçağın dişlerinin domuz dişi gibi murdar ağzından dışarı çıkmış olduğunu gördü.

Hz. İmam: Resulallah, doğru söylemiş! Bu bir nişanedir dedi. Gerçekten de Allah’ın Resulü, Hz. İmam Hüseyin’e rüyasında, onun katilini ve şahadet vaktini bildirmişti. Şimir, Hz. Peygamber’in tarifine uyuyordu.

Hz. İmam dedi ki: “Ey Şimir! Benim öldürülmem sana mukadder kılınmıştır. Ama bugün, hangi gün ve hangi vakittir? Ve bu ay hangi aydır?

Şimir bedbahtı: Bugün on Muharrem, günlerden Cuma günüdür. Vakit de ikindi vaktidir! diye cevap verdi.

 

Hz. İmam Hüseyin: Ey zalim! Böyle bir haram ayında, Cuma gününde, ibadet vaktinde İslâm hatipleri, minbere çıkıp dedem Muhammed’in vasıflarını anlatırlar ve onun hürmetine Tanrı’dan şefaat dilerler. dedi.

İmam Hüseyin,  o yaralı haliyle bile, Şimir’e boyun eğmedi. Çünkü ben bu yol uğruna şehit olucam, bana şehitlik miras kalmıştır. İmam Hüseyin’in takati kalmamıştı, yere yığılıp kalmıştı, çünkü çok darbe almıştı İmam.

         Alçak Şimir, Hz. İmam Hüseyin’in yerde dermansız kaldığını fırsat bilerek, İmam’ın baş kaldırmasına fırsat vermedi ve Hz. İmam’ı şehit etti. O mübarek başı gövdesinden ayırdı namert. Hz. Resulullah’ın öpüp kokladığı, Hüseyin’i inciten, beni incitir dediği İmam Hüseyin’in başsız vücudu kanlar içinde yerde yatıyordu. Acısı bitmişti İmam’ın ama acaba zulme, batıla isyanı bitmişmiydi.

 

         Hz. İmam Hüseyin yoktu artık, atı Zülcenah çadırlara doğru yönelmişti, atın Hüseyinsiz geldiğini gören Ehlibeyt kadınları feryat, figanlar içindeler, kadınlar arasında ki Zeynep abisinin vasiyetini hatırlar. Yezidin askerlerinin çadırlara yöneldiklerini gören Zeynep, hemen hasta yatan Zeynel Abidin’in üzerine atar ve canı pahasına onu korur.

 Bütün Ehlibeyt kadınları Zeynel Abidin’i korumaktadırlar.

Namertler, bütün şehitlerin başlarını birer mızrağa taktılar, perişan halde ki Ehlibeyt kadınlarını çıplak halde develere bindirerek Şam’a doğru yola çıkarlar. Çıkarken de yerdeki cesetleri de askerlerin atlarına çiğnettirdiler. Zeynep ve diğer kadınlar, cesetlerin önünden geçerken Kerbela Şahının mübarek bedenini kana ve toprağa bulaşmış bir şekilde görünce feryadına mani olamadılar.

Zeynep;

 

 

Kerbala çölüne mekân kurulmaz
Kalk kardaş kalk sılamıza gidelim
Senin yaraların burda sarılmaz
Kalk kardaş kalk sılamıza gidelim
.

 

Öyle mahçup durup yüzüme bakma                                                                                           Yaralı yüreğim birde sen yakma                                                                                Zeynel Abidin’i yetim bırakma                                                                                Ben senin yerine öleyim gardaş.

Rivayet ederler ki; Hz. İmam Hüseyin’in kızı Sakine, Yüzünü meydana doğru çevirip, bir müddet baktıktan sonra koşarak meydanın ortasına varır ve kanlar içersinde yatan şehitlerin arasında babasını bulmaya çalışır, ama bir türlü onu tanıyamaz. O vakit: Ya baba! Ya Hüseyin!” diyerek, yüksek sesle ağlayarak babasını çağırmağa başlar.

Ravi, devam ediyor: “O vakit gördüm ki İmam Hüseyin: Kızım! Beni çukur bir yere bıraktılar, sesimin geldiği tarafa gel diye kızına sesleniyordu.

Sakine ağlayarak, attı kendisini sesin geldiği tarafa ve doladı kollarını, babasının başsız bedenine. Daha sonra Sakine, bir an için ellerini babasının bedeninden çekip, şöyle seslendi: Ey Babacığım! Eğer sağlığında yaptığın gibi beni tekrar bağrına basmazsan, belki sana kalbim kırılabilir. Sakine’nin bu feryadını duyan İmam Hüseyin, doladı kollarını, kızı Sakine’nin boynuna ve bastı onu bağrına. O vakit Sakine: Ey babacığım! Beni bu yaşımda öksüz koydular, beni dövdüler ve bizleri çok incittiler diyerek, babasına şikâyette bulunuyordu. Tam bu sırada kan içici Şimir, Raciz adındaki bir meluna emir verdi: Git o yetimi babasından ayır dedi. 

 

         Raciz melunu, gidip ne kadar uğraştı ise de Sakine’yi babasından ayıramadı. Şimir, tekrar seslendi, Raciz’e: Vay olsun sana, yazıklar olsun sana ki, küçücük bir çocuğu babasından ayıramadın. Melun Raciz: Ey zalim! Ben aciz kaldım, kızı babasından ayıramadım dedi. O vakit Şimir: Gör bak şimdi ben onu nasıl ayıracağım babasından diyerek, gelip Sakine’yi babasından ayırmak istedi, kaç defa denedi ise de Sakine’yi babasının bedeninden ayıramadı. Bu defa İmam Hüseyin’in elinin üstüne vurmağa başladı ise de İmam, yine elini kızının üstünden çekmedi.

 

         Bu durumu gören zalim Şimir, bu defa elindeki kamçıyı kaldırıp, Sakine’nin başına vurmaya başladı. Sakine tekrar: “Baba, bu zalim beni yaraladı, canımı yaktı” diyerek, tekrar ağlamağa başladı. O vakit, Sakine’nin o haline arşın sakinleri olan tüm melekler; Ali ağladı, Zehra ağladı ve Fatıma ağladı.

Sakine: Ey Şimir! Ne olur, beni babamdan ayırma; seni tekrar babama şikâyet etmekten vazgeçtim dedi ise de. Şimir, Sakine’nin bu teklifini de kabul etmedi. Sakine tekrar: Bunu kabul etmiyorsan, bırak ta kardeşim Ali Asgar’ı ziyaret edeyim dedi.

Şimir, Sakine’nin bu teklifini kabul etti. Sakine, Ali Asgar’ın o kanlı kundağını, sinesine basar ve gözleri dolar sel olur Sakine’nin

 

>>Yezid ve yandaşları, aldanmışlardı; onlar zannettiler ki,

İmam Hüseyin’i ortadan kaldırmakla her şey yoluna girecek, önlerinde hiçbir engel kalmayacaktı. 

Fakat onların düşündüğü gibi olmadı, Kerbela’da kızgın kumlar üzerine dökülen her damla şehit kanı, çöl rüzgârları vasıtasıyla dünyanın dört bir tarafına savruldu ve her kum zerresi; bir İmam Hüseyin ve binlerce, milyonlarca Kerbela şehidi oldular ve tüm dünyaya yayıldılar.

 

Bugün tüm İslam âlemi, Kerbela faciasını bir miras olarak kabullenmiş ve ona sahip çıkmıştır.  Kerbela sonrası, esir ve köle muamelesi gören İmam’ın aile efradı ile Kerbela şehitleri için yüreği yanan her Müslüman, bu olayı bir miras olarak almalı ve kendisinden sonraki kuşaklara taşımalıdır. Bu miras, tazeliğinden hiçbir şey kaybetmeden kuşaktan kuşağa aktarılarak; gelecek kuşaklara da aktarılacaktır.  Yine bu miras, geçmişte ve günümüzde sahiplenildiği gibi gelecekte de sahiplenilecektir. Günümüz bilgi çağıdır ve bundan dolayıdır ki, bu inanç bir dalga gibi giderek dünyanın dört bir yanına yayılacaktır. <<

 

 

**********************************************************************************

Ey Yüce Allah’ım ne mutlu sana kul olanlara, sana kulluk görevini yerine getirenlere. Hz. Muhammed’e ümmet olanlara, Hz. Ali’ye talip olanlara, Ehlibeyt mazlumların yolunu sürenlere, Matemini, orucunu tutanlara Hüseyin uğrunda gözyaşı dökenlere selam olsun.

 

**********************************************************************************

 

 

                                                        

                                                          Alevi İslam İnanç Hizmetleri Başkanlığı

                                

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KERBELA KAHRAMANI HZ. ZEYNEP (11.Gün)

 

Hicretin altıncı yılı Cemadiyelevvel’in beşinci günü Medine’de asil ve cefalı bir ailede bir kız çocuğu dünyaya gelmiştir. Bu kız çocuğu gelecek yıllarda insanlık tarihinin gidişatının değişmesinde büyük bir rol oynayacaktı. O tertemiz kız dünyaya geldikten sonra, değerli annesi Hz. Fatıma, kutlu eşi Hz. Ali’den bu kız çocuğuna bir isim vermesini ister. Hz. Ali ise, diğer çocuklarına olduğu gibi, ona da dedesinin isim vermesini ister ve böylece dedesi Hz. Muhammed Mustafa bu temiz kız çocuğuna Zeynep adını verir. Zeynep, cennette bir ırmağın adıdır. Hz. Muhammed (sav), Zeynep gibi temiz bir kız torununun dünyaya gelmesine çok sevinmişti. Aslında o hazret, kadınlara, özellikle de kız çocuklarına büyük önem ve değer veriyordu.

 

         Hz. Zeynep, daha küçük yaşlarda babasının saf dışı bırakılarak evde oturmaya mecbur edildiğine şahit oluyordu. Oysaki babasının herkesten daha faziletli ve Hz. Resulullah yerinde oturmaya gerçek liyakat sahibi olduğunu biliyordu. İşte, bu olaylar, Hz. Zeyneb’in kişiliğinin oluşmasında büyük bir etki bırakıyor ve şu sonuca varıyordu ki; sorumluluk bilincini taşıyan kadın, erkek herkes, şartlar her ne olursa olsun, elinden alınan hakkını geri almak için, sürekli mücadele etmeli, hakkını ve izzetini savunmalıdır. Bu noktada, halkı aydınlatmak için konuşma yapmalı ve mücadele etmelidir.   

          Hz. Zeynep, amcası oğlu Abdullah ile evlenmiş; bu evlilikten iki çocuğu olmuştur. Ama o bu iki çocuğunu da hakkı müdafaa uğruna Kerbela’da şehit vermiştir. Hz. Fatıma’nın Medine’de babasının Mescidinde yaptığı konuşmasını, Hz. Zeyneb’in Kufe şehri ve mel’un Yezid’in sarayında yaptığı konuşmalarla kıyasladığımızda, Hz. Fatıma’nın düşüncesinin Hz. Zeyneb’in üzerinde derin bir iz bıraktığı görülüyor.

 

         Çünkü Hz. Fatıma, kızı Zeyneb’e İslam’ın bütün temel inanç ve esaslarını öğretmişti. Tarih boyunca, hakkı ve adaleti isteyenlerin başına gelenleri, Zeyneb’e hatırlatmıştı. O, kızına, peygamberlerin insan topluluklarını cehalet,hurafe ve sınıfsal ayrıcalıklardan kurtarmak için nasıl mücadele ettiklerini, zorluklara nasıl göğüs gerdiklerini, hangi sınıfın muhalefetiyle karşılaştıklarını ve aslında peygamberlere en başta sermayedarlar ile zorba ve komplocu politikacıların muhalefet ettiklerini, peygamberlerin de onlara karşı Allah’ın emirleri doğrultusunda var güçleriyle karşı koyduklarını tek, tek anlatmıştı.

 

Hz. Zeynep, dedesi Hz. Muhammed Mustafa’ya, annesi Hz. Fatıma’ya, babası Hz. Ali’ye özellikle hilafet döneminde yapılan haksızlıkların ve gelişen olayların hepsine, Hz. Ali’nin biricik kızı Zeynep de şahit oluyordu. Bunların her biri, Zeynep gibi düşünen ve sorumluluk sahibi bir insan için büyük bir dert ve imtihandı.

Çünkü ilim ve takva sahibi olan babası susmaya mecbur edilmiş, o da yüce değerleri korumak için, kendi hakkından mahrum kalmak pahasına olsa bile kendi tabiriyle gençleri bir anda ihtiyarlaştıran, müminlere Allah’ın likasını arzulatan zifir karanlıklar içinde sabretmişti.

 

Hicretin kırkıncı yılında Hz. Zeynep babasının şehadetine şahit oldu. Öyle bir baba ki, dağlar kadar azametliydi. Hz. Alin’in şehadeti yalnız ailesini değil bütün sevenlerini derinden etkilemiştir. Hz. Zeyneb’i üzen diğer bir olay da, İmam Hasan’ın Muaviye ye karşı harekete geçtiği savaştır. İmamın ordusunun ileri gelenlerinin dini dünyaya satarcasına para karşılığında saf değiştirmeleri ve bu hareket esnasında ordunun geride kalan askerlerin imamın eşlerine ait ziynet eşyalarını çalmaları üzüntülerini daha da arttırmıştır. İmamı, Muaviye ile sonradan Muaviye’nin çiğneyeceği, sözünden döneceği antlaşmaya razı olmak zorunda bırakıldığı ve şehit edilmesi ile gelişen olaylar da kederini derinleştirmiştir.

 

         İmam Hasan’ın eşi Cüde tarafından zehirletilerek şehit edilmesine ve çektiği acılara Hz. Zeynep tanıklık etmiştir. Hz. Zeynep İmam Hasan’ın zehirleneceğini hissetmişti aslında, öyle ki Hz. Hasan’ın yediği tüm yemekleri, içtiği suyu önce kendisi kontrol ederdi. Buna rağmen yapılan hilelerden dolayı zehirlenmesine mani olamadı. Bundan önce de Ceddi Resullah (sav), annesi ve ümmetin annesi Hz. Fatıma’ın üzüntüsünden vefat etmiş, biricik babasının hariciler tarafından canice şehit edilmesi ardından ağabeyinin şehadeti Hz. Zeynebi takatsiz bırakmıştı. Artık tek tesellisi olarak İmam Hüseyin kalmıştı. Hz. Zeynep için en büyük dert abisinin şehadetinden sonra Muaviye’nin zulmünü devam ettirerek fasık (günahkâr) oğlu Yezid’e saltanatı bırakması olmuştur. Muaviye birçok cinayet işledikten sonra ölmüştür. Muaviye’den sonra günahkâr oğlu Yezid, İmam Hüseyin’den biat almaya karar verdi.

 

         Kendisine yapılan biat teklifi karşısında İmam Hüseyin, şöyle buyurdu; “>>Yezid gibi birisi ümmetin başına geçerse İslam yok olur gider.”<< İmam, Kufeliler’in davetine icabet etmek üzere, bir grup yakınıyla beraber Medine’den Mekke’ye doğru yola çıkmıştır. Hz. Zeynep bu kervanda abisinin yanında yer almaktaydı ve kendisini büyük bir vazife için hazırlıyordu. Ne yazık ki o acı günler başlıyordu, Muharremin birinci günü başlayan o ıstırap yolculuğu onuncu günü bitmiş ve zahiren galip gelmiş fakat gönüllerde mahkûm olmuşlardı. Şimdi ise esaret yılları başlamıştı, Hz. Zeynep için.

 

Hicap sembolündür senin
Kırılsa da başın, belin
Dinleme sözünü elin
dimdik duran Zeyneb’im.

 

Zeyneb’in sözünü dinle

Onun feryadıyla inle

Kerbela’nın mesajını birde

Zeynep anadan dinle.

Hz. Zeynep, Kerbela kahramanlarının savaşına şahit olmuştu. Bu savaşta iki oğlunu, kardeşlerini ve yeğenlerini, en önemlisi de Peygamber’imizin göz bebeği olan İmam Hüseyn’i, gözlerinin önünde hunharca şehit etmişlerdi. O, buna rağmen metanetini, sabrını kaybetmeyip, o kanlı facianın anlaşılmasını ve yüz yıllar sonrasında bile anlaşılmasını sağlayacak olan belagat dolu hutbeler vermiştir. Kanım dökülmeden ayakta durmayacaksa ceddim Muhammed’in dini! Ey kılıçlar haydin gelin alın beni, parçalayın, parça parça edin bedenimi! ” diyen İmam Hüseyin, şehit edildi ve gerçek din bize, İmam Hüseyin’in şehadeti ve Hz. Zeyneb’in hutbeleriyle ulaştı.

 

Hz. Zeyneb’in asıl çilesi Kerbela’dan sonra başlamıştır. Yezidin askerleri onca insanı şehit etmekle kalmamış,  geride kalan savunmasız kadın ve çocuklara ait değerli eşyadan ne varsa hepsini ganimet diye el koymuşlar ve çadırlarını istila etmişlerdi. Geriye her şeyleri elinden alınmış, Ehli-Beyt’in kadınları ve yetim çocukları kalmıştı. Hz. Zeyneb’in sorumluluğu daha yeni başlıyordu. Çünkü İmam Hüseyin’in şahadetinden sonra o, kafilenin başına geçmiştir. Hz. Fatıma gibi bir annenin kızı olan Zeynep, Kerbela hadisesinden sonra yılmadan doğruları savunmuş ve haykırmıştır. Bunu Peygamber’in cihadın en üstünü zalim liderin karşısında hakkı söylemektir hadisinin gereğini yerine getirmiş; Bunu Yezid’in huzuruna çıkarıldığında yaptığı konuşmayla ispatlamıştır.

 

Ne demiştir yezide Hz. Zeynep

Zeynep ve diğer kadınlar, Kufe valisi İbni Ziyad’ın karşısına çıkarılır.
Zeynep matemini bozmaz, asil bir şekilde karşısında durur.
Ey Ali’nin kızı! Gördün mü Hakk bizden yanaymış, böyle olmasaydı biz Muzaffer olmazdık der yezid


Hz. ZEYNEP: Sizler kaybettiniz, evet kaybettiniz. Çünkü kardeşim Hüseyin, binlerce kişiye bile boyun eğmedi. Eğer zalimliğinizden korkup gelseydi ayaklarıyla buraya, gelip eğilseydi önünde, o değil sen kazanmış olurdun. Hani nerde bu başın ayakları?
Dedim ya, o kendisi yerine, kesik başını yolladı sana, Önünde duran Hüseyin’in başı, ama kendisi nerede. Gövdesi ve inançları nerede, yüreği nerede… Âlemlere rahmet dedesi, babası, anası nerede?
Kerbela’da bre Yezid uşağı Kerbela’da… diye haykırır Hz. Zeynep


Zorbalık dağa benzer. Zulmetmek yalçın bir dağ gibidir. Sizler ne kadar zorba olursanız, o dağın doruğuna çok yaklaşırsınız. Ama unutmayın ki; doruğa ulaştıkça uçurumların derinlikleri artar.

Bir ayağın kayışı parçalanmaya yok olmaya yeter. İşte şu önünde duran Hüseyin’in başı, dağın doruğunda ki zalimlerin sonu olacaktır.
Kardeşim Hüseyin’in başından işte şimdi korkun. Çünkü bu kesik baş sizin sonunuzu getirecektir.

Evet, sokaklarda çıplak develer üzerinde dolaştırılan kadınlar Peygamber efendimizin namuslarıydı. Bu katilleri günümüzde Hz. edenler var.

Bizim lanetimiz vardır. Dört bin yıllık Hz. İbrahim peygamberin kurban olayı günümüze dek en canlı şekilde yaşanırken, yaşatılırken bin dört yüz yıllık olay nedense Aleviler dışında pek anımsanmaz.   

 

         Kufe ve Şam’da halkla yaptığı hutbeler sayesinde Yezid hükümetinin sonunu hazırlamış ve beyinlere yeniden gerçek İslam’ı doğru olarak algılamasını sağlamıştır. Hz. Zeynep Kerbela olayından sonra, yeğeni Hz. Zeynel Abidin ile uzunca bir zaman esaret içinde yaşamıştır. Kerbela da gördüğü zulüm, çektiği çile devam etmiştir. Çektiği çileler karşısında Zeynep, hiç yılmadan Medine kadınlarına da öğütler vermişti, onlara kadın sorumluluğunun sadece çocuğa bakmak, çamaşır veya bulaşık yıkamaktan ibaret olmadığını söylemişti. Kadın, insanın toplumsal ilişkilerinde önemli bir rol oynamalı ve öncülük yapmalı ve bu öncülüğü Hz. Zeynep yapmıştır.

 

Hz. Zeyneb, bugün şuurlu, imanlı, etki uyandırıcı bir kadın sembolü olarak günümüz kadınları için örnek teşkil etmektedir. Zira o İmam Ali’nin kızı ve Resulallah Efendimizin torunu olma özelliğini kendinde taşıyor. İçinde bulunduğu konum onu saptırmadığı gibi hayatın dış şatafatlı görüntüsü onu kendine esir etmedi.

 

Hz. Zeyneb’in adını işitmeyen, onun fedakârlıklarını bilmeyen çok az insan bulunur bu dünyada. Çünkü O, Hz. İmam Ali ve Hz. Fatıma’nın evinde eğitim aldı ve ilim  kapıları, kendi yüzüne açıldı. Kendi zamanının kadınlarına hocalık yapmakta ilim ve ahlak öğretmekteydi. Kocası Abdullah’ın evinde yiğit evlatlar yetiştirdi. İki evladı “Avn” ve “Muhammed” Kerbela faciasında İmam Hüseyin’in yanında savaşarak şehid oldular.

 

HZ. ZEYNEB’İN KÛFE HALKINA YAPTIĞI KONUŞMA

Hz. Zeyneb-i Kübra ve esaret kervanı,  Kerbela’dan Küfe’ye, yani İbni Ziyad’ın sarayına getirildiği zaman Hz. Zeyneb, Kûfe halkına çok etkili bir konuşma yapmıştı.

Hz. Zeynep, konuşmasına şöyle başladı:

 

Bismilahirrahmanirrahim Ey Küfeliler, dinleyin!” Bu ses ile beraber tüm nefesler,  sineye çekildi, develer ve atlar bile bir müddet hareket etmeden öylece kaldılar. Rüzgâr, dahi Zeyneb’in sesine mikrofonluk yapmak için yavaş, yavaş harekete geçti. Tüm insanlar, Ali kızı Zeyneb’i dinlemek için sabırsızlanmaya başladılar. Acaba bu esir hanım, ne konuşacak diye pür dikkat olmuşlardı.

 

Hz. Zeynep: Allah’a Hamd u Sena olsun. Salât ve selam benim babam Hz. Muhammed’e ve onun temiz soyuna olsun deyince, herkes şaşkınlık içerisinde birbirlerinin yüzlerine bakmaya başladılar. O’nun sesini duyan ama onu göremeyenler ise: “Hz. Ali mi gelmiş, bu ses Hz. Ali’nin sesine benziyor, zira bu fesahet ve belagat ile konuşuyor. Hz. Peygamber’den babam diye söz ediyor. Hani onları bize yabancılar ve Yezid’e karşı gelenler olarak tanıttılar; oysa bu hanım, Hz. Peygamber’den babam diye söz ediyor” diyerek,  şaşkınlıklarını dile getiriyorlardı.

 

Hz. Zeynep, daha ilk cümlesiyle halkın üzerinde şok etkisi yapan hitabesine şöyle devam etti: Ey Kûfe halkı! Ey aldatılmış zavallı halk, bize mi ağlıyorsunuz? Oysaki bizim gözlerimiz hâlâ yaşlı, ızdıraplarımız dinmemiş, feryatlarımız yatışmamıştır. Sizler, gerdanlığını kaybedip sonra da toprak içerisinde onu arayan kadın gibisiniz. Sizler, Allah ve Resulüne iman getirdiniz, ama daha sonra işlediğiniz bu büyük günahla onun kökünü kazıyıp attınız. Sizden fesat, şer ve şarlatanlıktan başka bir şey de beklenemez. Sizler o güle benziyorsunuz ki ne yenilen ne de koklanandır.

 

Sizin nefisleriniz ne kadar da kötü bir nefistir ki, sizler Allah’ın ve O’nun Resulünün gazabına uğramış ve cehennemlik olmuş bir toplumsunuz. Bizleri öldürdünüz, şimdi de bize ağlıyorsunuz. Evet! Allah’a yemin olsun ki çok ağlayın az gülün, bu işlediğiniz cinayetin kanı, sizin yakanıza yapışmış, bu yaptığınız pis ve kötü amellerinizden kurtulamazsınız ve bu ar ve rezillik, sizi kahre edecek ve hiçbir suyla bu çirkef lekelerinizden arınmayacaksınız.

Peygamber’in oğlu ve cennet gençlerinin efendisinin kanı, nasıl yıkansın? Siz, iyiliklerin mabedini ve yardıma muhtaç olanların derman kapısını yıkıp öldürdünüz. Siz, Allah’ın ve Resulünün size olan Hüccetini, şehit ettiniz.

 

Ey Kûfe halkı! Öyle büyük ve kötü bir günaha saplandınız ki, Allah’ın azap ve felaketi, sizin üzerinizdedir. Uğraşlarınız, eliniz, yaptığınız her iş Allah’tan belâ olarak size dönsün ve maalesef o belayı sizler istediniz ve zillete düşer oldunuz. Ey Kûfe halkı! Vay olsun size, kimin ciğerini söktüğünüzü biliyor musunuz? Siz, Muhammed Mustafa’nın göğsünü açıp ciğerini aldınız, ismet perdesini yırttınız. Siz Peygamber’in kanını akıttığınızın farkında mısınız ve ona nasıl bir saygısızlık ettiğinizi biliyor musunuz? Siz öyle büyük bir günah işlediniz ki günahınız yer ve gökyüzünü doldurdu, sizin bu yaptığınız günah ve işlediğiniz cinayetten dolayı gökyüzünden kan yağmasına şaşırmayın.

 

Ahiret günü Allah’ın kahır ve zelil edici azabı haktır ve gerçekleşecektir. Ve o gün sizin için ne bir yardımcı, ne de kurtarıcı olacaktır. Allah’ın verdiği şu sürede mutluluk yaşamayın ve Allah, azap etmede acele etmez, sabrı çoktur ve bilin ki Allah, size bu cezayı vermek için sizi beklemektedir

 

Hz. Zeynep, Küfe’deki bu hutbesinden sonra Şam sarayında Yezid’in önünde ve daha sonra Mekke ve Medine şehirlerinde yaptığı ateşli ve etkileyici konuşmaları ile İmam Hüseyin’in davasını tüm İslam âlemine duyurmuştur. Hatta Medine Valisi, Yezid’e yazdığı bir mektupta, Zeynep hakkında şu ifadeleri kullanmıştı: Zeyneb’in halk içersindeki varlığı, halkın yönetime karşı isyana yeltenmesine sebep olmaktadır. O, çok dirayetli ve akıllı ve hitabesi güçlü bir kadındır. Halk içindeki varlığı, halkın yönetime karşı isyana yönelmesine sebebiyet verebilir. Kendi yandaşları ile Hüseyin’in intikamını almaya azmetmiştir.

 

Bu mektup üzerine Yezid, Hz. Zeyneb’in halktan uzaklaştırılmasını emretmiştir. Hz. Zeynep gözetim altında tutulması için Şam’a getirilmiştir. Ancak Hz. Zeynep, burada da rahat durmayarak, okuduğu ateşli hutbeleriyle Yezid yanlılarının uyguladıkları İslam dışı girişimlerini ve Hz. Hüseyin ve yakınlarını uyguladıkları zalimce muameleleri şiddetle lânetlemiştir.

 

Meşhur batılı yazar Frişler, Hz. İmam Hüseyin ve İran isimli kitabında şöyle yazıyor: “Küfe de Zeyneb’in okuduğu hutbe, onca musibet ve zorlukların, kendi azizlerini kaybetmenin o yüce kadını dize getiremediğini ve iradesiz kılamadığını göstermektedir. Hâlbuki okuduğu o sert ifadeli hutbe, anında kendisinin de öldürülmesi muhtemeldi.”

 

>Selam size ey Kerbela şehitleri ve selam sana ey Hz.Zeynep, yüzyıllar sonrasında bile sözlerin bize güç veriyor. <

 

                                                          

 

                                         

                                                                  Alevi İslam İnanç Hizmetleri Başkanlığı

                                  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ZEYNEL ABİDİN  (12. gün)

 

Hazreti Zeynel Abidin, İmam Hüseyin’in diğer bir adıyla da oğlu Ali’dir. Künyesi “Ebu Muhammed”, Lâkabı “Zeynel Abidin” Şaban ayının 659 yılında Medine’de dünyaya geldi, otuz dört yıl imamet makamında bulundu. İmam Zeynel Abidin ömrünün büyük bir kısmını esaret altında ve uzun süren bir zindan hayatı da yaşamıştır.

58 yaşında iken Mervan oğlu Velid tarafından 717 yılında zehirlenerek, şehit edildi. Kabri, Medine’dedir, mekânı nur olsun. Hz. İmam’ın 11 erkek, 4 kız evladı vardı.

         Kerbela faciasını, hem zâhiri, hem de bâtıni yönden ele almak gerekir. Bu olaya, Kerbela kıyamı deniliyor, çünkü “kıyam” sözcüğü,  ayağa kalkış, kutsal diriliş ve yeniden doğuş anlamlarına gelmektedir. Bu ayağa kalkış, kutsal diriliş, o kadar açıktır ki, hiçbir delil göstermeye gerek yoktur.

Acaba bu ayağa kalkış, yani kutsal diriliş, İmam Hüseyin’in Yezid’e karşı başlatmış olduğu hareketin biçimi ile mi, yoksa ülkü ve idealleri ile mi ilgilidir? Veya ayağa kalkışı, vücuda getirenlerin şahsiyet ve karakterleri ile mi ilgilidir?

İşte bu yüzden bu kutsal dirilişin önderi Hz. İmam Hüseyin; kendi kadın ve çocuklarından olan Ehl-i Beyt Hanedanı’nı da beraberinde getirmişti. On Muharrem günü kanlı facianın yaşandığı anda; İmam Zeynel Abidin’in, Allah'ın iradesiyle hastalanması ve savaşa katılamayıp esir düşmesinin önemli bir ilahî hikmeti olmalıydı ve öyle de olmuştur.

 

Hz. İmâm Zeynel Âbidin, Kerbelâ faciası anında henüz 19-20 yaşlarında ve hastadır. Hz. İmam Hüseyin’in en son olarak henüz süt emen minicik yavrusu Ali Asger’i de şehit verdiğini gören Zeynel Abidin, sıranın kendisine geldiğini düşünerek, düşe kalka silahlarını kuşanıp savaşa hazırlanmış ve babasına giderek elini öpüp, savaşa çıkmak için izin istediğinde, Hazreti İmam Hüseyin’in: “Hayır oğlum! Sen bu savaşa katılmayacaksın, bu savaşta sana şahadet izni verilmedi, sen kalacaksın ki soyumuz, yani Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyti’nin soyu, seninle devam etsin” diyerek, oğluna izin vermediği bilinmektedir.

 

Çünkü bunun böyle olacağı, Kur’an ile de onaylanmıştır. Kur’an’daki Kevser Suresinin 1. ayetinde: “Ey Resulüm! Biz, sana Kevser’i verdik, senin soyun Kevser’den yürüyecektir denilmektedir. Kevser ise, Hazret-i Fatımatü’z-Zehra ile Hazreti Ali Keremullahu Veche””dir.

İşte bundan dolayıdır ki Ehl-i Beyt Hanedanı’nın soyunun günümüze kadar gelmesi ve bu soyun devam etmesinde Zeynel Abidin’in özel bir rolü vardır. Ondan başka hiç kimse bu görevi hakkıyla yerine getiremezdi.

Ancak, burada Hz. İmam Hüseyin’in bacısı ve Şah-ı Velâyet İmam Ali’nin kızı Zeyneb-i Kübra'nın, Kerbela faciası sırasında ve daha sonraki esaret sırasında yüklendiği rol ve göstermiş olduğu fedakârlık, hiçbir zaman akıllardan çıkmamalıdır.

İmam Zeynel Abidin’in yüklendiği görev daha başkaydı. Hz. İmam Hüseyin’in başlatmış olduğu bu ayağa kalkışı, O keremler sahibi yüceler yücesi Tanrı planladığı için, hikmetinin gereği olarak, bu facianın çeşitli kesitlerinde, özel bir görevi yürütmek üzere belli kimseleri seçmişti. Seçilen bu kimselerden birisi de İmam Zeynel Abidin Hazretleri idi. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu facia sırasında kendisine şahadet izni verilmeyen İmam Zeynel Abidin, ilâhi hikmet gereği, bu facia esnasında hastalandı ki, şahadet kalemiyle değil, esaret kalemiyle tarihe geçmiş oldu ve böylece Kerbela faciasının ikinci bölümünde yer aldı.

 

Kerbela faciasından sonraki otuz yedi yıllık zaman içersinde hem İslam ümmetinin, imamet önderliğini yürüttü, hem de Kerbela faciasından sonra, bu olayı yanlış mecralara sürüklemeye çalışan ve Kerbela olayını, bir hilafet meselesiymiş gibi göstermeye çalışan kimselerle mücadele etti. Kerbela faciasını eleştirenlere karşı; en aydınlatıcı açıklamaları yaptı ve Ümeyye oğullarının gerçek yüzlerini tüm âleme göstermiş oldu. Böylece Yezid ve yandaşlarının yaptıkları bu hareketin tarihe kanlı bir sayfa olarak geçmesini sağlamış oldu. İmam Zeynel Abidin, esaret döneminin en canlı tanıklarından birisi olmak hasebiyle, uyumuş ve gaflete dalmış olan düşünceleri uyandırdı. Böylece, sözde inanmış görünen Ümeyye oğullarının ve Emevi zalimlerinin çirkin yüzlerindeki maskelerini düşürdü, onların alçak ve iğrenç yanlarını tüm cihana göstermiş oldu.

 

Hz. Zeynel Abidin’in hiç ara vermeden yaptığı bu açıklamalar,  halkın kalp, göz ve kulaklarını örten cehalet ve gaflet perdelerini kaldırdı; onların, Kerbela gerçeğini görmelerini sağladı. Böylece kandırılmış ve aldatılmış olan insanların gözlerini açmış oldu. Zeynel Abidin, bu hareketiyle az öncesine kadar yaptıkları cinayetlerle övünen ve bunu galibiyetmiş gibi değerlendiren düşmanlarını, yaptıklarına pişman etti.

 

Cenabı Allah’ın, âlemlere rahmet olarak gönderdiği ve “Eğer seni ve Ehl-i Beyt’ini yaratmayacak olsaydım, bu âlemleri yaratmazdım. dediği o yüce Peygamber’in Ehl-i Beyt’ini, yani Kerbela faciasının esirlerini, Kûfe'ye götürdüklerinde, İmam Hüseyin ve dostlarını şehit etmek ve geride kalanlarını ise esir etmekle zafer ve gurur sarhoşluğuna kapılmış olan Kûfe emiri Ubeydullah bin Ziyad, tahtına oturdu. Sözde gururlandırıcı zaferini kutlamak için esirlerin meclise getirilmesini emretti.

 

Esirler huzuruna gelince de ilk önce dokunaklı sözleriyle sabır ve istikamet sembolü olan Hz. Zeyneb-i Kubra'nın kalbini yaralamaya başladı. Cinayet işleyenlerin alışkanlık haline getirdikleri gibi bu yaptıklarından lezzet almak istiyordu. Ama Hz. Ali'nin kızı Zeyneb'in, İbni Ziyad'ın zayıf ve hakir şahsiyetine büyük ve ağır bir darbe indiren ateşli konuşması, İbni Ziyad'ı bu lafzî münakaşada acı bir yenilgiye uğrattı.

 

Daha sonra yaralı bir yılan gibi yenilgisini telafi edebilmek için İmam Zeynel Abidin’i göstererek: "Bu kimdir?" diye sordu. "Hüseyin'in oğlu Ali" dediler.

İbn-i Ziyad: "Hüseyn'in oğlu Ali'yi Allah öldürmedi mi?" diye sordu. İbni Ziyad, bu sözleriyle Hz. Hüseyin ve diğerleri, Emevi hükümeti aleyhine baş kaldırdıkları için İslam kanunları gereğince kendileri değil, Allah’ın isteğiyle öldürüldüler. Yani Allah, onları cezalandırmış, kendilerinin hiçbir günahı yokmuş gibi göstermek istiyordu. Çünkü onlar, böyle bir cezayı hak etmişlerdi. O halde bu olayda ne o ve ne de bağlı olduğu Emevi hükumeti, hiçbir şer'î mesuliyet taşımıyordu. Ama onlar, bu şeytani oyunların, Allah'ın adaleti karşısında etkisiz kalacağını bilmiyorlardı.

 

İmam Zeynel Abidin, İbni Ziyad’ın bu sözüne: "Benim Ali adında bir kardeşim vardı, senin Kerbela'ya gönderdiğin insanlar onu öldürdüler. Yani sen ve Kerbela'ya gönderdiğin insanların hepsi kardeşim Ali'nin katlinden sorumlusunuz diyerek, İbni Ziyad’ın kendilerinin hiçbir suçu yokmuş gibi kendilerini suçsuz göstermeye çalışmasını, cevaplamış oldu.

 

Bu cevap karşısında İbn-i Ziyad'ın söyleyebileceği hiçbir şey kalmamıştı. Yeniden önceki sözünü tekrarladı ve şöyle dedi: "Biz değil, Allah onu öldürdü." Bunun üzerine İmam Zeynel Abidin, (Zümer Suresinin 42. ayetini) okudu: "Allah, ölüm zamanı gelenlerin canını alır." Yani, ölüm Allah'ın tekvini (var etme-yaratma) irade ve izni olmaksızın gerçekleşmemektedir; ama bunun insanın iradi ve ihtiyari işlerdeki mesuliyet ve iradesiyle hiçbir çelişkisi yoktur.

 

Mamafih, şehitlerin ölümünü, Allah'ın tekvini iradesine dayandırmak, Allah'ın iradesinin de bu olduğu anlamına gelmediği gibi, katillerin mesuliyet ve özgürlüğü ile de çelişmemektedir. Bunun en bariz şahidi ise, “Kerbela olayında Hür b. Riyahi” dir; o son anlarda kan içici zalimlerden ayrıldı ve şehitler kafilesine katıldı. Bu açıklamalar karşısında Zeynel Abidin’in güçlü mantığı karşısında aciz kalan, diğer yandan da şeytani gurur ve kibire kapılmış olan İbni Ziyad, Zeynel Abidin’e: "Nasıl olur da bana böyle cevap vermeye cüret edebilirsin?" dedi. Cellâtlarına: "Götürün bunun boynunu vurun." diye emretti.

 

Bu esnada Zeyneb-i Kübra, cesaretle ileri çıktı ve elini yeğeninin boynuna dolayarak şöyle dedi: "Eğer onun boynunu vuracaksanız ilk önce beni öldürün." Zeyneb'in sözlerinde ciddiyet ve kararlılık gören İbni Ziyad, aldığı kararından vazgeçti.

Yazılan tarih nakline göre İmam, halası Zeyneb'e: "Bırak ben onun cevabını vereyim" dedi ve daha sonra da tam bir metanetle İbn-i Ziyad'a dönerek: "Acaba Allah yolunda öldürülmenin, yani şahadetin bizim için keramet ve yücelik sebebi olduğunu bilmiyor musun?"

Zeynep ve yeğeni ile yaptığı münakaşada rezil, rüsvan olan Ubeydullah, daha fazla mağlup ve rezil olmamak için İmam Zeynel Abidin ve yanındakileri,  meclisten uzaklaştırmalarını emretti.

Yine tarih nakdinde, İmam Zeynel Abidin’in Şam'lı bir yaşlıyla yaptığı konuşmasını şöyle anlatıyor:

Esirler kervanı, İmam Hüseyin’in başıyla birlikte Şam kapısına getirdiklerinde, orada bulunan bir yaşlı: "Hamdolsun Allah'a ki, erkeklerinizi öldürdü ve İslam beldelerini onların şerrinden kurtardı. Bundan dolayı da Emire’l-Mü'minin Yezid'i, sizlere musallat kıldı!" diyerek, Zeynel Abidin ve yanındakilere hakaret ediyordu.

 

Bu yaşlı adamın sözleri, Emevi hükumetinin zehirli propagandasının etkisi altında kaldığını gösteriyordu. O, Yezid'in Emire’l-Mü'min’in, Hüseyin ve dostlarının ise İslam devletini parçalamaya çalışan, bir avuç maceracı ve isyancı kimseler olduğuna inanmıştı. Bu yüzden İmam Hüseyin ve arkadaşlarının Yezid, tarafından şehit edilmesinin kötü ve yanlış bir hareket olmadığı bir yana, takdir ve övgüye de layık bir davranış olarak görüyordu. Bu kimseye göre Yezid, bu hareketiyle emniyet ve güvenlik ortamını sağlamıştı. Evet, bu, tarih boyu tüm zalim ve kan emici yöneticilerin, kendilerini haklı göstermek için kullandıkları bir yöntemdir.

 

Kur'an-ı Kerim, Firavun'un şöyle dediğini naklediyor: "Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim de o gitsin, Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben onun sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum."  (Mümin S. Ayet 26) Harun Reşid de İmam Musa Kazım'ı Medine'den sürgün etmek ve zindana atmak istediğinde, halkı kandırmak için Peygamber'in kabrinin başına gidiyor ve yaptığı bu kötü uygulama için. "Bu işi, sırf Cafer’in oğlu Musa’nın ümmet arasında karışıklık çıkardığından ve kan dökülmesine sebep olduğundan dolayı yapmaktayım" diyerek, kendini haklı göstermeye çalışıyordu. Belli ki, İmam Zeynel Abidin’e hakarette bulunan o yaşlı adam, Emevi saltanatının uşaklığını yapan zehirli propagandacıların etkisi altında kalmıştı. Bunu fark eden İmam, gerçekleri anlatmak ve onun hidayete ermesi için şu aşağıdaki soruları ona sordu:

 

Zeynel Abidin: "Ey yaşlı adam! Acaba sen hiç Kur'an okudun mu?"

 

Yaşlı adam: "Evet" dedi.

İmam: "Ey Peygamber! De ki yaptığım tebliğe karşı, yakınlarıma (Ehl-i Beyt’ime ) sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum.” mealindeki Şûra Suresi’nin 23. ayetini hiç okudun mu? diye sordu.

 

Yaşlı adam: "Evet bu ayeti Kur'an'da okumuşum." diye cevap verdi.

 

İmam: "Bu ayetteki Peygamber’in yakınları, biziz" dedi. Daha sonra: "Acaba akrabalara hakkını ver.” Mealindeki İsra Suresi’nin 26. ayetini okudun mu?” diye sordu.

 

Yaşlı adam: "Evet" diye cevap verdi.

İmam: "Bu ayetteki "akrabalar" da biziz" dedi.

 

İmam: “Bilin ki ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri muhakkak Allah'ın, Resulün ve yakınlarınındır?  Mealindeki Enfal Suresi’nin 41. ayetini okun mu? diye sordu. 

 

Yaşlı adam: "Evet okudum." dedi.

İmam: "Bu ayetteki yakınlardan maksat da biziz." dedi.

 

İmam: "Allah ancak siz Ehl-i Beyt'ten kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister?  Mealindeki Ahzap Suresi’nin 33. ayetini okudun mu? diye sordu.

 

Yaşlı adam: "Evet okudum" dedi.

İmam Zeynel Abidin, şöyle buyurdu: "Ey yaşlı adam, ayetteki "Ehl-i Beyt"ten maksat biziz" dedi.

 

Yaşlı adam, büyük bir yanılgı içerisinde olduğunun farkına varıp, pişmanlık ve nedamet duygusuyla bir müddet öylece sukut ettikten sonra şöyle dedi: "Allah aşkına doğru söyle gerçekten de ayetteki kimselerden maksat sizler misiniz?"

 

İmam Zeynel Abidin: "Allah'a ve ceddim Resulallah'ın hakkına and olsun ki, ayette sözü edilen kimseler hiç şüphesiz ki bizleriz." dedi.

Yaşlı adam, İmam'ın bu keskin sözü karşısında kendini tutamadı ve  ağlamaya başladı ve sarığını yere atarak başını gökyüzüne çevirdi ve şöyle dedi: "Allah'ım, ben Âl-i Muhammed'in ins ve cin düşmanlarından sana sığınırım." Daha sonra da İmam Zeynel Abidin’e dönerek: "Acaba ben tövbe edebilir miyim?"dedi.

 

İmam: "Evet, eğer tövbe edecek olursan, Allah tövbeni kabul eder ve bizim dostlarımızdan sayılırsın." dedi. Yaşlı adam da tövbe etti. Bu haberi duyan Muaviye’nin oğlu Yezid, onu öldürmelerini emretti ve böylece o da Peygamber'in Ehl-i Beyti’nin sevgi ve hidayeti yolunda şahadete kavuştu.

 

Hizmetkâr, Ali Zeynel Abidin’i camdan dışarıyı seyrederken görür, bakar ki İmam ağlıyor ağlama nedenini sorar hizmetkâr;

Ali Zeynel Abidin; “dışarıda şu kesilen kurbana bakıyorum, kesmeden önce tuz ve su verdiler. Babamı şehit ederlerken bir isteğin var mı diye sormadılar. O kurumuş dudaklara bir yudum su dahi vermediler susuz boynunu vurdular o zalimliğe ağlıyorum.”

 

Büyük Kerbela faciası sonrasında, esaret kervanının en önemli görevlerinden birisi İmam Hüseyin ve arkadaşlarının ideallerini korumak, şehitlerin mesajını, tüm dünya iletmekti.  Ayrıca, Yezid ve yandaşlarının tahriflerine ve yalan propagandalarına karşı koymak gibi önemli bir risalet görevi yüklenmişlerdi, Hz. İmam Zeynel Abidin ve Hz. Zeyneb,

Kerbela olaylarını olduğu gibi yansıtmakla uyumuş vicdanları uyandırdılar.

Yezid ve yandaşlarının İmam Hüseyin ve Ehl-i Beyt hanedanına uyguladıkları bu vahşeti, sanki bir zafermiş gibi gören bir grup Kûfe halkı, Kûfe'nin giriş kapısında Âl-i aba esirlerini, yakından görmek için bir araya toplanmışlardı. Bu kalabalık,  Hz. Hüseyin’in başlatmış olduğu kutsal dirilişin mesajcılarına; yani Zeynel Abidin ve Hz. Zeyneb’e büyük görevlerini eda edebilmek için iyi bir fırsat sağlamıştı.

İmam Zeynel Abidin Küfe halkına aydınlatıcı konuşmalar yaptı. Küfe gaflet uykusundan uyanmıştı, uyanmıştı uyanmasına da, bu uyanma geç kalınmış bir uyanmaydı.

 

                       BİR İBRET MİRASIDIR KERBELA

 

Yezid ve yandaşları, aldanmışlardı; onlar zannettiler ki, İmam Hüseyin’i ortadan kaldırmakla her şey yoluna girecek, önlerinde hiçbir engel kalmayacaktı.  Fakat onların düşündüğü gibi olmadı, Kerbela’da kızgın kumlar üzerine dökülen her damla şehit kanı, çöl rüzgarları vasıtasıyla dünyanın dört bir tarafına savruldu ve her kum zerresi; bir İmam Hüseyin ve binlerce, milyonlarca Kerbela şehidi oldular ve tüm dünyaya yayıldılar.

 

Bugün tüm İslam âlemi, Kerbela faciasını bir miras olarak kabullenmiş ve ona sahip çıkmıştır.  Kerbela sonrası, esir ve köle muamelesi gören İmam’ın aile efradı ile Kerbela şehitleri için yüreği yanan her Müslüman, bu olayı bir miras olarak almalı ve kendisinden sonraki kuşaklara taşımalıdır. Bu miras, tazeliğinden hiçbir şey kaybetmeden kuşaktan kuşağa aktarılarak; gelecek kuşaklara da aktarılacaktır.  Yine bu miras, geçmişte ve günümüzde sahiplenildiği gibi gelecekte de sahiplenilecektir. Günümüz bilgi çağıdır ve bundan dolayıdır ki, bu inanç bir dalga gibi giderek dünyanın dört bir yanına yayılacaktır.

 

CENABI HAKK, ALEMLERİN RAHMETİ VE EHLİBEYT’İ İÇİN TUTTUĞUMUZ ORUCU, MATEMİ, LOKMALARI, YAPTIĞIMIZ İBADETLERİ VE DUALARI KABUL ve MAKBUL EYLESİN…….

 

 

                                                         

                                                               Alevi İslam İnanç Hizmetleri Başkanlığı